“Kabul Ke Baad Islamabad”

Paylaş

Yanılmıyorsam 1994 yılının Mayıs ayıydı. Karaçi’de bir kuaförde sıramı beklerken, müşterilerin sıkılmaması için sehpanın üzerinde serpiştirilmiş dergilerden birinin kapağı, oldukça dikkatimi çekmişti. Pakistan’ın aylık haber ve magazin dergilerinden “Herald”, bir tankın üzerine yığılmış, ellerindeki roketatar ve ağır silahlarla naralar atan milisleri kapak yapmıştı. Kapağın manşeti ise  uzun yıllar aklımdan çıkmayan bu milislerin attıkları bir naraydı; “Kabul Ke Baad İslamabad” (Kabil’den Sonra İslamabad). Önce Kabil’i, sonra İslamabad’ı ele geçireceklerini haykıran bu savaşçılara verilen “Taliban” adını ilk o gün duymuş ve tanımıştım. Ancak, o gün için anlayamadığım önemli bir ayrıntı vardı. Pakistan’daki medreselerde dini eğitimler alan bu genç milisler, nasıl bir anda tank, helikopter, uçaksavar gibi ağır silahları kullanabilen eğitimli, disiplinli  savaşçılar haline gelmişlerdi? Bununla da kalmayıp, komünist işgaline karşı on yıl savaşarak Sovyetler Birliği’ni dağılma sürecine itmiş deneyimli mücahit gurupları yenilgiye uğratarak, başkent Kabil’i nasıl ele geçirebilmişlerdi?

O yıllara ait anlayamadığım, merak ettiğim ancak bugünün Pakistan manzarasında şekillenen, anlam bulan bir başka önemli detay ise, ABD ve İngiltere’nin Karaçi Üniversitesi’ne neden sadece ama sadece “Urduca” öğrenmeleri için geniş imkanlarla öğrenci gönderdikleriydi. Bugün her şey daha net ve anlaşılır. Pakistan için taa! o yıllardan bugüne, birileri tarafından çizilmiş bir kader var ve Pakistan bugün bu kaderi yaşıyor.

Bugünlere Nasıl Gelindi?

Afganistan’da Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla sonuçlanan komünist işgalinin ardından, mücahit guruplar arasında baş gösteren iktidar kavgası, bitkin bir Afganistan’ın ihtiyaç duyduğu huzur ve istikrarın önüne geçti. Afganistan’ın komünistlerle sona eren savaşı bölgede emperyalist güçlerin iştihanı kabartacak bir başka ortam yaratmıştı. İktidar kavgası vererek birbirlerini tüketen mücahit guruplar, yenilgi sonrası dağılma sürecine girmiş ve kendi sınırlarını koruyamaz hale gelmiş Sovyetler Birliği, yıllar süren savaştan yorgun düşmüş bir coğrafya ve tüm bunların sonucu olarak ortaya çıkan geniş bir otorite boşluğu vardı bölgede. Afganistan’da süren savaş yılları, Pakistan’ı CIA’nın üssü haline getirmişti. Bölgenin yorgunluğu ve otorite boşluğu küresel güçler için bölgeye yerleşme zemini oluşturdu.
Bu dönemde yaşanan en önemli kırılma noktalarından biri de Afganistan savaşı boyunca bölge dışından gelmiş, başta Araplar olmak üzere, yabancı savaşçıların karşı karşıya kaldığı dışlanma süreci oldu.  Afganistan’da gerilla savaşı deneyimi kazanmış bu yabancı savaşçıların bir kısmı, cihad deneyimlerini ve savaşçı ruhlarını kendi ülkelerine de taşıyabilecekleri endişesiyle doğdukları yerlere kabul edilmediler. Dönebilenler ise ülkelerindeki güvenlik güçleri tarafından sürekli rahatsız edildiler ve potansiyel tehdit algısına maruz kaldılar. Ruhları savaş psikolojisi ile yoğrulmuş bu “kutsal savaşçılar”ın, kendi toplumlarıyla yeniden bütünleşmeleri ve sosyal rehabilitasyonları göz ardı edildi. Kendi toplumlarında kabul görmeyen ve dışlanan bu insanlar, kendilerini daha iyi ve huzurlu buldukları Afganistan’a tek tek geri dönmek zorunda bırakıldılar. Ne de olsa, uzun yıllar süren savaş deneyimleri ve dağlardaki özgürlük onlar için bir yaşam tarzı haline gelmişti.

Tüm bu gelişmeler bölgedeki otorite boşluğunu ve bitmişliği kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmak isteyen küresel güçler için  fırsatlar sunuyordu. Bölge geniş bir terör laboratuarı haline getirildi. Afganistan ve Pakistan’ı içine alan bölgedeki etnik, mezhep, kültürel, dini çeşitlilik ve hassasiyet, sadece % 25’lerde seyreden okuryazarlık oranı, diğer bir deyişle cehalet her türden radikal akımlar yaratmak için en uygun ortamı sunmaktaydı. El Kaide’yi,  Pakistan Taliban Hareketi, Deccan Mücahidin örgütünü, Cundullah, Leşker-i Tayyiba örgütünü Sipah-i Sahabe örgütleri izleyip gitti. Şii ve Sünni örgütler yaratılarak birbirlerine düşürüldüler. İbadet eden insanlarla aynı safa giren canlı bombalar, birbirlerinin mescitlerini kan gölüne çevirdiler, medreselerini havaya uçurdular. Savaşın en acımasız yöntemlerini kullanan bu örgütler, İslam’ın yok etme değil, yaşatma kültürü olduğunu bilmeden sivil hedefleri, çarşı pazarı havaya uçurup kadın, çocuk, yaşlı ve masumları yok ettiler. Küresel güçlerin bölgesel stratejileri için birer taşeron olduklarının ve onlara hizmet ettiklerinin farkına varmadan, Allah için savaştıklarını zanneden ‘kutsal ordular’a dönüştürüldüler.

Küresel güçlerin kontrolünde bunan Afganistan, dünya uyuşturucu üretiminin % 95’ini yapar hale getirildi. Bölgede yarattıkları ‘kutsal ordular’ı tekellerinde tuttukları uyuşturucu gelirleriyle finanse ettiler. Bölgeye yerleşerek; Pakistan’ın kendileri için tehdit oluşturan nükleer silahlarını tesirsiz hale getirmek, İran rejimini ortadan kaldırmak, dünya üzerindeki ABD hegemonyasını tehdit edecek şekilde ekonomik ve siyasi güç merkezi haline gelen Çin ve Hindistan’a müdahale etmek, Orta Asya’nın bakir enerji kaynaklarını kontrol altına almak gibi hedeflere yönelen küresel güçler, bölgede bulunan her hedefin dokusuna uygun virüs geliştirir gibi bu laboratuarlarda terör örgütleri geliştirdiler. Hindistan için “Deccan Mücahidin” Pakistan için “Pakistan Taliban Hareketi” İran için “Cundullah” üretilerek devreye sokuldu. Çin’in Uygur bölgesindeki etnik hassasiyet kaşındı. Bir dönem FBI’da çevirmen olarak çalışan Türk asıllı Sibel Edmonds’un ayrılıkçı Uygurların CIA’nın bilgisi doğrultusunda Afganistan’da eğitildikleri yönündeki açıklaması, bölgede olup bitenlere dair önemli mesajlar içeriyor. Afganistan’ı merkez aldığınızda çevresindeki tüm devletlerin tek tek vurulduğunu ve istikrarsızlaştırıldığını görüyoruz.
El Kaide ve Taliban’la bölgedeki varlıklarını gerekçelendiren, terörle mücadele, Afganistan’a özgürlük ve demokrasi getirme bahaneleriyle bölgeye yerleşen küresel güçler, bölgede gelinen noktanın ve yaşanan insan katliamın tek sorumlularıdırlar.

Türkiye Bölge’de Kimin Rolünü Oynayacak?

Başbakan Erdoğan geçtiğimiz günlerde Pakistan’a bir ziyaret düzenleyerek önemli temaslarda bulundu. Türkiye’nin eksen zenginliği kazanan dış politikası bir yandan kendisini küresel bir aktör haline getirirken, diğer yandan önemli sorumluluklar da yüklüyor. Afganistan ve Pakistan, Türkiye’nin sınır karakollarıdır ve Türkiye’nin nüfuz alanı içerisinde yer alan önemli bir coğrafyadır. Daha da önemlisi bölge ile dini, kültürel, etnik, tarihi doku uyumu ve bağlarımız var.  Tüm bu bağlar, bu coğrafya da yaşananlara seyirci kalmamamızı gerektiriyor. Kurulduğu 1947 yılından buyana Türkiye’yi olumlu olumsuz birçok konuda kendine rol model olarak belirlemiş olan Pakistan, Türkiye’nin deneyimlerinden yararlanmak istiyor. Başbakan’ın ziyaret boyunca verdiği mesajlardan da Türkiye’nin buna hazır olduğunu anlıyoruz. Ancak bu noktada yatan kritik soru, Türkiye’nin Pakistan’a rol model olma yolunda kendi stratejilerini mi hayata geçireceği, yoksa ABD’nin eline tutuşturduğu reçeteyi mi uygulayacağı sorusudur?

Şu önemli noktayı unutmamakta yarar var. ABD, uzun yıllardan bu yana Pakistan’ın demografik, etnik, dini, mezhep gibi sosyal dokularıyla oynayarak, Pakistan’ın anti Amerikan genlerini ortadan kaldırmayı, dünyanın 2. büyük Müslüman nüfusunu kontrol altına almayı hedefliyor. 1990-1997 yılları arasında lisans ve yüksek lisans çalışmalarım için bulunduğum Pakistan’da, BM yoğun bir şekilde doğum kontrol programı yürütüyordu. Bu programın başında yakın bir dostum vardı ve onunla bu konunun hassasiyetini her defasında uzun uzadıya tartışırdık. Bugüne geldiğimizde  ise ABD merkezli “United States Agency for International Development” (USAID) örgütünün son dönemlerde Pakistan’daki doğum kontrol çalışmalarına sağladığı sponsorluk desteği dikkat çekicidir. ABD 4 Milyar dolar bütçe ile dünya üzerindeki en büyük elçiliğini İslamabad’a kurmaktadır. Bu nokta anlamlıdır.

Türkiye Ne Yapmalı?

Türkiye, ABD’nin yeni bir Pakistan yaratma projesinin bir taşeronu olmamalıdır. Pakistan yakasından gelen din adamı talebi, ya da İmam Hatip Lisesi modelinin Pakistan’a transferi Türkiye’nin uygulamaya koyduğu kendi Pakistan stratejisinin ürünü olarak uygulanmalıdır. Türkiye, bölgeyi yakından tanıyan kendi uzmanlarını bir araya getirerek bölgenin menfaatleri doğrultusunda kendi Pakistan, Afganistan stratejilerini geliştirmelidir.

Bu çerçevede Türkiye, kimilerinin dediği gibi bölgesel güç olma yolunda ilerleyen bir ülke olarak değil, nüfuz alanı Afganistan ve Pakistan’a kadar uzanan küresel bir aktör olarak, bölgeye barış ve huzurun gelmesi için acilen şu noktalar üzerinde çalışmalıdır:
1-Bölgedeki şiddet ve terörün kaynağını yabancı güçler oluşturmaktadır. Eğer bölgeye gerçekten barış ve huzurun gelmesi herkesin hedefi ise Türkiye ABD ve NATO güçlerine bölgeden çekilme seçeneğini sunmalıdır. Bölgede reaksiyon yaratan yabancı güçlerin yerine bölge ile doku uyumu bulunan güçlerin yerleştirilmesi önerilmelidir. 2003 yılından buyana Afganistan’da kabul gören ve saldırıya uğramayan TSK örneği bu yönde somut bir örnektir. İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) çerçevesinde oluşturulacak bir barış gücü, ISAF’ın yerini almalıdır.

2-Bölgedeki kanaat önderleri ve ulema devreye sokularak küresel güçlerin taşeronu haline gelmiş örgütlerle diyalog ve uzlaşı ortamı yaratılmalıdır.

3- Afganistan ve Pakistan güvenlik, eğitim, istihdam bakımından öncelikli bölgelere ayrılarak, İKÖ başta olmak üzere, oluşturulacak uluslararası fonlardan aktarılacak kaynaklarla bu öncelikli bölgeler kalkındırılmalıdır.

4-Türk STK’ların bölgede sınır ötesi misyonlar yürütmeleri sağlanmalıdır. Sivil toplum teması bölge halkının dokularına inecek çalışmalar olması hasebiyle, bölgedeki tansiyonu düşürücü ve teskin edici rol oynayacaktır.

5-Bölgede uzun yıllardır var olan ve her türlü yabancı unsura serbest hareket şansı tanıyan Afganistan ve Pakistan merkezli otorite boşluğu giderilerek, bölge hızlı bir biçimde silahtan arındırılmalıdır.

Bu adımların atılması bölgeye huzurun getirilmesi için şarttır. Türkiye bu önerileri NATO çerçevesinde ve ABD ile temaslarda gündeme taşımalıdır. Türkiye, Afganistan ve Pakistan için tek şanstır. Tarihten gelen misyonu, konjonktürel pozisyonu, bölge ile olan dokusal ve kalıtsal yakınlığı gereği Türkiye, bölgede kendine biçilen rolü değil, kendi belirlediği rolünü oynamalı ve sorumluluk üstlenmelidir.
Daha da önemlisi bu Türkiye’nin kendi geleceği için de hayatidir… 29 Ekim 2009

İlgili İçerikler

Son Yazılar