Türk Dış Politikası’nın kazanmakta olduğu küresel boyut, Türk Kamuoyunun olduğu kadar özellikle Batı ve Arap medyasının da oldukça ilgisini çekmiş durumda. Türkiye’nin yaklaşık 90 seneden bu yana izlediği tek eksenli alternatifsiz Batı Politikası, hem içerde hem dışarıda şuur altlarımızda o kadar tabulaşmış ki, kimse bu dönüşümü bir eksen kayması değil, eksen oturması ya da eksen zenginliği olarak göremiyor.
Sonlarda söylememiz gerekeni belki başta söylemiş gibi olacağız ama, kimsenin Türk Diplomasi Gemisi’ni batı kıyılarından alıp meçhul ummanlara sürüklediği yok. Yaşanan tek şey, Türkiye’nin yüzyıllardır var olan diplomasi potansiyellerinin açığa çıkması olayıdır. Yıllardır sessizliğe bürünmüş bir volkanın tütmesi, ya da lambadaki cinin uyanması gibi. Özetle Türk Diplomasisi, aslına rücuu ediyor…
Korku Kültürünün Yerini Diyalog Kültürü Alıyor
Sinemaseverler 2004 yapımı “The Village” “Köy” filmini hatırlayacaklardır. Yaşadıkları kasabayı çevreleyen ormanın içinde, kendilerini modern dünyadan soyutlayarak yaşayan tutucu bir topluluk, çizili sınırların ve çitlerin aşılması durumunda, ormanın içinde yaşayan yaratıklarca yok edileceklerine inanmaktadırlar. Kasabadaki tüm topluluk üyeleri bu korku kültürü ile yönetilerek dış dünyadan soyutlanmakta; tutucu ve geleneksel yaşamları bu şekilde muhafaza edilmektedir…
Bu filmi izleyip sinemadan ayrılırken, “filmin senaristi dış politika karakterimizi perdeye mi aktardı acaba?” diye düşünmeden edemedim. Türk toplumu olarak yıllarca sınırlarımızı çevreleyen ülkelerin topraklarımızda gözleri olduğu korkusu ve buna bağlı düşmanlık kültürü ile motive edildik. Altı asır sonra bizden doğan Suriye, Yunanistan, Irak, Bulgaristan, Ermenistan ve kadim komşularımız İran, Rusya ile korkutulduk. Bu korku ile 90 yıl sınırlarımız içerisinde mahpus bir yaşam sürdük. Ne sınırların ötesine geçebildik, ne de ötelere dair düşler besleyebildik. Şuur altlarımıza yerleştirilen bu korku kültürü bir yandan özgüvenlerimizi yok ederken, diğer yandan da kişilik ve kimlik problemlerine duçar olduk. Bırakın sınır ötesi düşleri, okyanus aşırı diyarları, çekildiğimiz sınırlarımızı bile kendi kendimize dar ettik. Türkiye, koca bir asrı incir çekirdeği meselelerden kardeş kavgaları, yasaklar, siyasi istikrarsızlıklar, darbelerle heba etti. Birbirimize yettik!
Türkiye’nin dış politikada başlattığı yeni açılımlar, korku kültürünün yerini diyalog kültürünün almış olmasının bir sonucudur. Maruz bırakıldığı tüm toplumsal, bölgesel, kültürel travmalara, nüfuz alanı içindeki toplumlar üzerindeki doku ve gen mühendisliklerine rağmen Türkiye, küresel gücünü ortaya koyma noktasında en az ABD kadar önemli potansiyellere ve dinamiklere sahiptir. Bugünkü küresel güçlerin tarihsel süreçlerini izlediğimizde, İngiltere’nin Güney Asya’dan, Fransa ve İtalya’nın Kuzey Afrika’dan, Rusya’nın Orta Asya’dan çekilirken nüfuzlarını sürdürecek şekilde çekildiklerini görürüz. Ancak, Osmanlı sonrası Türkiye’nin nüfuz alanları ile kopartılan bağları ve şuur altına yerleştirilen korku, düşmanlık telkinleri ile yüz yıl kendini bugün açıldığı coğrafyalara kapattığını görüyoruz. Küresel güç potansiyeli taşıyan Türkiye’nin Kuzey, Güney ve Doğu’ya olan bağlantıları çizilen sınırlarla koparılmış, yetmemiş sınırlarına mayın döşenmiş, daha da öteye gidilerek yüzyıllar boyu huzur ve barış içinde yaşayan toplumların şuur altlarına kin ve nefret tohumları ekilmiştir. Ürdün’deki siyah köpeğe “Türk”, Türkiye’dekine ise “Arap” lakabının takılması bir tesadüf olabilir mi?
Eksen Kayması Değil, Şuur Altı Temizliği
Türkiye’nin komşularıyla başlayarak, Afganistan ve Pakistan’a kadar uzanan Doğu, Batı ve Kuzey politikalarında ki tüm bu açılımlar Türk Diplomasi’sin de yaşanmakta olan bir şuur altı temizliğinin sonucudur. Türkiye bu şuur altı temizliği tek başına değil, açılım yaşadığı coğrafyalarla birlikte gerçekleştirmektedir. Türk Diplomasisinin son on yıllık sürecini mercek altına aldığımızda şu önemli dönüşümleri görürüz:
1-Osmanlı sonrası izlenen “Tek Eksenli ve Batı Merkezli Türk Dış Politikası”, çok eksenli bir yörünge zenginliğine kavuşmuştur. Tek eksenli dış politika, anlayışı alternatifsizlikten dolayı beraberinde taviz politikalarını getirir. Osmanlı sonrası izlenen alternatifsiz ve mahkum Batı Politikaları Türk Diplomasisini kısırlaştırdı. Kendini sadece batı ile özdeşleştirmeye çalışan ve batılı değerler dışında tüm değerleri reddeden Türkiye’nin Doğu, Güney ve Kuzey Politikaları Batı Politikalarının gölgesinde kaldı. Türkiye gündemi belirleyen değil, gündemi belirlenen ülke haline geldi. Yaşanmakta olan açılımlarla Batı Politikalarına paralel olarak özelikle Doğu ve Güney politikalarında yakalanan eksen zenginliği Türkiye’yi yeni ummanlara taşıyacaktır.
2- Türk Diplomasisi çok merkezli bir yapıya kavuşmuştur. Dış İşleri Bakanlığı Merkezli işleyen Türk Diplomasi trafiğine Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık dinamizmi eklenerek dış politikada vizyon ve misyon zenginliği yakalanmıştır. Cumhurbaşkanlığı, Özal sonrası hiçbir dönemde diplomaside bu denli etkin rol oynamamıştır. Başbakan Erdoğan’ın sınır ötesine hitap eden güçlü ve karizmatik liderliği, Dış İşleri Bakanlığı’nda Ahmet Davutoğlu farkı, bugüne kadar karşılaşmadığımız güçlü bir diplomasi üçgeni oluşturmuştur.
3- Militer diplomasiden, sivil diplomasi anlayışına geçilmiştir. Bu anlayışın bir sonucu olarak ortaya çıkan diyalog yöntemi Türk Diplomasinin ciğerlerini açmış, hareket alanını ve kabiliyetini genişletmiştir. Daha on yıl öncesine kadar sınırlarına asker yığdığımız Suriye, sivil diplomasinin bir sonucu olarak kucaklarını Türkiye’ye sonuna kadar açmıştır. Militer anlayış içerisinde çözümü nerdeyse mümkün olmayan Ermenistan açılımı yaşanmış, Kıbrıs meselesinde önemli ilerlemeler kaydedilmiş, çözümsüzlüğü değil çözümü isteyen taraf pozisyonuna geçilerek, Rum tarafına üstünlük sağlanmıştır.
4-Korku kültürün yerini barış ve kardeşlik kültürü almıştır. Osmanlı sonrası Türk Diplomasisi, kendi sınırları içine hapsedilerek insanlarına aşılanan korku kültürü ile nerdeyse asra varan yaşam sürmüştür. Korku kültürü, yıllar geçtikçe bir sınır ve bölünme fobisine dönüşerek, mevcut sınırlarımız içinde kalan tebaaları dahi kendi kendimize tehdit şeklinde algılatmış ve adeta bir paranoyaya dönüşmüştür. Bugün ise korkularını yenerek Türkiye, Ortadoğu’yu da içine alan yakın coğrafyasında, sınırların sunileşip buharlaştığı barış ve huzur içinde yaşanacak bir medeniyetler coğrafyası yaratmanın çabası içerisindedir.
Süreci Bekleyen Riskler Göz ardı Edilmemeli!
Çok hızlı bir dönüşüm ve açılım süreci yaşamakta olan Türk Dış Politikası’nda kaydedilen ilerlemenin sürdürülebilmesi ve ulaşılan hedeflerin muhkemleştirilmesi için önemli diplomasi argümanlarına ihtiyaç duyulacaktır. Açılımlarla varılan her destinasyonda kurulacak istasyonlara ve bu istasyonlarda politika geliştirecek, varılan anlaşma ve ilişkileri daha ileri noktalara taşıyacak insan kaynaklarına, yeni strateji ve politikalara ihtiyaç duyulacaktır. Bunun için:
1- Dış politika uzman yetersizliği giderilmelidir. Bu hızlı açılım süreçlerinin sağlıklı bir şekilde yönetilerek daha ileri noktalara taşınması gerekecektir. Türkiye şu aşamada bu açılımları omuzlayıp taşıyabilecek uzman yetersizliği ile karşı karşıya. Bu uzman açığını kapatmak için insan kaynaklarımızın iyi yönetilmesi gerekmektedir.
2- Üniversiteler açılımlara entegre edilmelidir. Üniversiteler ideolojik yapılanmalardan arındırılarak Türkiye’nin açılımına paralel politikalar, stratejiler üreten ve bu yönde uzmanlar yetiştiren bilim merkezleri haline getirilmelidir. Öğrenci değişim programları ile Türkiye dünyanın her yanına öğrenci göndermeli ve uzanabileceği nüfuz alanlarında insan yetiştirmelidir.
3- STK’lara sınır ötesi misyonlar verilmelidir. Türkiye’nin STK misyon ve vizyonunu genişleterek kültürden sanata, eğitimden, sosyal hizmetlere her alanda profesyonel STK oluşumlarını desteklemesi, nüfuz bölgelerindeki yerel STK ve toplumlarla daha kolay bütünleşir hale gelmesi gerekmektedir.
4- Lobicilik kültürü geliştirilmelidir. Lobicilik hareketli başarılı bir dış politikanın vaz geçilmez unsurlarıdır. Ne denli güçlü bir dış politikanız olursa olsun, diplomasinizi lobicilik faaliyetleriyle desteklemediğiniz sürece işleriniz kolay olmayacaktır. Türkiye, Avrupa’da yaşayan 3.5 milyon soydaş varlığını ve Türkiye’ye sempati duyan Pakistan gibi ülkelerin vatandaşlarını ortak bir paydada buluşturarak etkin bir lobi hareketine dönüştürmelidir.
5- Türkiye’nin sınırları dışına taşması ve en az 5 milyon insanını tohum serper gibi dünyaya yayması kürsel güç rolünü üstlenen Türkiye’nin geleceği için elzem bir adım olacaktır.
6- Think Tank oluşumları desteklenerek strateji ve politika zenginliği yaratılmalı. Türkiye’nin gelişmiş birçok ülkede olduğu gibi dış dünyaya açılma noktasında bağımsız ve objektif “think tank” oluşumları tarafından üretilecek strateji ve politikalara ihtiyacı olacaktır.
Türkiye’nin kürsel güç potansiyelleri, ABD’nin sahip olduğu potansiyellerden daha köklüdür. Türkiye, artık kimilerinin tanımladığı gibi bölgesel güç olma yolunda ilerleyen bir ülke değil, küresel bir güçtür. ABD, yeryüzünde korku ve zor kültürüyle hüküm sürerken Türkiye, aradan geçen altı asra rağmen doğudan batıya, kuzeyden güneye gittiği her coğrafya ve farklı iklimde saygı ve sevgiyle kucaklanmaktadır. 2001 yılından bu yana her gün birkaç yabancı askerin öldüğü Afganistan’da TSK’ya tek el ateş edilmemiş olması bu farktan kaynaklanmaktadır. Türkiye potansiyellerini keşfedip değerleriyle yüzleştiği sürece küresel bir güçtür ve nüfuz coğrafyasının sınırlarını sadece kendi hayalleri tayin edebilir.
Ali ŞAHİN
Güney Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi (GASAM) Başkanı
05.11.2009