Dünden Bugüne Afganistan ve Sosyolojik Savaş

Paylaş

Dünden Bugüne Afganistan ve Sosyolojik Savaş[1]

***Yusuf Çağlayan

Afganistan: Kültür, Nüfus Coğrafya

Siyasi ve sosyolojik süreçler hem birbirini besler ve hem de birbirinden beslenir. Belirli bir sosyokültürel yapı, toplumu şekillendirir ve bu şekillenmiş toplum yapısı da siyasi süreçler üzerinde etkide bulunur. Toplumsal süreç-siyasi süreç; siyasi süreç toplumsal süreç döngüsü bir akış halinde devam eder. Bu siyasi ve sosyolojik akışların en keskin ve yoğun bir şekilde yaşandığı toplumlardan birisi de Afganistan’dır.

Afganistan’da yaşanan siyasi ve sosyolojik döngülerin birinci derecede dinamiği, elbette ki, Afgan toplumunun kültür, nüfus ve coğrafyasıdır. Siyasi ve sosyolojik akış, birinci derecede bu iç dinamiklerden beslenmektedir.

Kaynaklara göre yaklaşık olarak 55 farklı etnik grubun bir arada yaşadığı ülkede nüfusun %42’sini Peştun, %27’sini Tacik, %9’unu Hazara, %9’unu Özbek, %4’ünü Türkmen, %2’sini Baluç ve %4’ünü diğer etnik unsurlar oluşturmaktadır. Ülke halkının %80’ini Sünni, %19’unu Şii Müslümanlar ve %1’lik kısmını da diğer dinî inanışlar teşkil etmektedir. Etnik unsurların bu kadar fazla olduğu ülkede konuşulan diller de aynı derecede çeşitlilik göstermektedir. Farsça ve Peştunca olmak üzere iki resmî dilin bulunduğu Afganistan’da %50 oranında Dari (Afgan Farsçası) ve %35 oranında Peştun dilleri konuşulurken, Türk dilleri genellikle Özbekçe ve Türkmence) %11 ve diğer diller %4 oranında konuşulmaktadır.[2]

“Kelime olarak ‘Afganların ülkesi’ anlamına gelen Afganistan, denize kıyısı olmayan dağlık bir Orta Asya ülkesidir. Beş bin yıllık tarih ve kültüre sahip olan ülkenin temelleri 1747 yılında Ahmed Şah Durrani’nin bütün Peştun kabilelerini bir araya toplayarak büyük meclis anlamına gelen “Loya Jirga”yı kurmasıyla atılmıştır.[3]

Bir toplumun kültür, nüfus ve coğrafyası sadece kendi içinde etkileşime girmiyor, çevre toplumların kültür, nüfus ve coğrafyasından kaynaklanan siyasi ve sosyolojik etkenlere de maruz kalıyor. Günümüz itibariyle, Afganistan, kuzeyinde Türkmenistan, Özbekistan ve Tacikistan, kuzeydoğu ucunda Çin, doğusunda ve güneyinde Pakistan, batısında ise İran’a komşudur. Afganistan bölgedeki farklı kültür, nüfus ve coğrafyalar ile çevrelenmiş ve geçmiş tarih dilimlerinde bu çevredeki toplumların geçirdiği çalkantılardan da etkilenmiştir.

Orta ve Yakın Tarihte Siyasi ve Sosyolojik Kırılma Noktaları

Tarihteki ve günümüzdeki büyük güçlerin Asya politikaları, Afganistan’ı hem coğrafyası ve hem de siyasal yapısı itibariyle her daim kontrol altında bulundurma rekabeti ile karşı karşıya bırakmıştır. Bu çerçevede Afganistan’ın bugünü ve yarını hakkında sadece kendi iç çalkantıları veya çevre toplumların etkisi bağlamında yapılacak analizler sınırlı kalacaktır.

Batı sömürgeciliğinin en tipik nesnelerinden biri Hindistan nüfus ve coğrafyasıdır. Hindistan 18.Yüzyılda Fransızların sömürgesi iken 1763 yılından itibaren de İngilizlerin sömürgesi haline gelmiştir. İngilizlerin Hindistan nüfus ve coğrafyasını elinde tutma politikaları, aynı zamanda çevre emniyetinin alınmasını da zorunlu kılmaktadır. Basra Körfezine ve sıcak denizlere sarkmak isteyen Rusya’nın güzergahında bulunan Afganistan, Rusları dizginlemek isteyen İngilizlerin çevre emniyetini alacağı ve bir tampon olarak kullanacağı bir kültür, nüfus ve coğrafya konumundadır. Dolayısıyla Afganistan İngiliz-Rus rekabetinin karşılaşma alanı haline gelmiş, günümüz siyasal ve sosyolojik yapısına yol açan süreçler, büyük ölçüde bu rekabetin yatağında ilerleyen akıntılarla gerçekleşmiştir.

Bu rekabet bağlamında bölgede yaşanan tarihi olaylar, Afganistan’ı bazen Rus, bazen de İngiliz nüfuzu altına düşürmüştür. İngiliz-Rus rekabeti ile bir istikrarsızlıklar zinciri yaşayan Afganistan’ı günümüzdeki siyasal ve sosyolojik yapıya taşıyan en önemli kırılma noktası, İngilizlerin “1893’te, Afganistan’ı İngiliz Hindistan’ından ayıran gayri resmî bir sınır olan Durand Hattı”nı kurmuş olmasıdır. Günümüz Afganistan’ında baskın siyasi özne olan Taliban’ın özünde dayandığı etnik taban olan Peştunlar, 1893’te İngiliz General Mortimer Durand tarafından Afganistan ile Britanya Hindistanı’nın sınırlarını çizen hatla iki ayrı devlete ayrıldı.”[4] Yani Peştun nüfusun bir kısmı, Hindistan, bir kısmı ise Afganistan sınırları içinde kaldı.

İngilizlerin bu tutumu yadırganacak bir tutum değildir. Çünkü bu tutum İngilizlerin Ortadoğu ve Afrika’da da uyguladığı klasik sosyolojik stratejidir. İngiliz emperyalist müdahalelerine maruz kalmış bütün bölgelerde çizilen sınırların ve yapılandırılan rejimlerin iki tezat üzerine kurgulandığı görülmektedir: Birincisi aynı etnik veya dini kimlikleri ikiye bölen bir siyasal sınır ile ayırmak, ikincisi ise azınlık etnik ve mezhep kimliğini çoğunluk kimliklere tahakküm eden siyasal bir dikta rejim olarak yapılandırmak.

Afganistan üzerindeki 19. Yüzyılda başlayan İngiliz-Rus rekabeti, 20. Yüzyılda, İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar sürmüştür. İkinci Dünya Savaşı’nı takiben 1947 Yılında bir gün ara ile önce Pakistan, sonra da Hindistan İngilizlerden bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir.[5]

Yukarıda da belirttiğimiz üzere, İngilizlerin sömürge politikalarından biri de çekildiği bölgede hem sınır ve hem de yönetim şekli bakımından belirleyici olması idi.

  1. Yüzyılda çizilen Durand Hattı, Afganistan nüfusunun çoğunluğunu teşkil eden ve İngilizlerle yapılan sıcak savaşlarda, İngilizlerin yenilgiye uğramasında büyük payı olan Peştunları ikiye bölme stratejisinin bir açılımı idi. 1893 Yılında Hindistan sınırı içinde kalan Peştun nüfus, bu bölgenin 1947 yılında bağımsızlığını ilan eden Pakistan sınırları içinde kalmıştı. Böylece Durand hattı bu kez de Pakistan-Afganistan arasında aynı etnik kimliği bölen bir sınır olarak kaldı. İngilizlerin ihtilaflı sınır politikasının bir açılımı olan Durand Hattı, bölgeyi istikrarsızlaştırmaya devam eden bir siyasi sınırdır. Pakistan ve Bangladeş sınırlarının çizilmesinde de İngilizlerin bu aynı stratejinin izleri vardır. Hint Müslüman toplulukları önce Pakistan, ardından da Bangladeş bölünmesi yaşamıştır. Aynı şekilde Keşmir bölgesi de Pakistan, Hindistan ve Çin arasında süregiden sınır ihtilafını besleyecek şekilde belirlenmiştir.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında güç kaybeden İngilizler, 1919 yılında Afganistan ile girdiği savaş sonunda, Krallık rejimi şartı ile Afganistan’ın bağımsızlığını tanımıştır.

İç Çatışma-Dış Müdahale Gelgiti

Aslında kendi içinde dayanıştığında Afganistan dıştan gelen tehditleri bertaraf edecek gücü kazanabilmektedir. Nitekim bağımsızlığını kazanan ilk Müslüman ülke Afganistan’dır. Ancak aynı dayanışmayı kendi içinde devam ettirebilmek, Afganistan’ın temel sorunudur. Bu sebeple Afganistan bağımsızlığını kazandıktan sonra kültür, nüfus ve coğrafyasındaki farklı bileşenler, 20’nci Yüzyılda da Afganistan’ı istikrarsızlaştıran olaylar zinciri ile sarsmaya devam etmiştir. 19’ncu Yüzyıldaki kardeşler arasındaki iktidar çatışmalarını kullanan İngilizler, 20’nci Yüzyılda da iç siyasi çekişmeleri kullanmıştır.

Farklı iç güçlerin ve farklı çevre ve küresel güçlerin her birinin Afganistan ile ilgili kendine göre bir denklemi vardır. Her denklemde de Afganistan’a biçilen bir rol vardır. İç, çevre ve küresel aktörler, Afganistan’ın kendi çıkarlarına uygun şekilde yapılandırılmasını hedeflemekte, böylece Afganistan karmaşık bir çekişme ve çatışma tablosu haline gelmektedir. Öyle ki her aktör, birbirini de denklemde bir yere koymaktadır. Özellikle iç iktidar hesaplarında, Sovyetler, ABD, İngilizler, Pakistan ve İran gibi ülke ve güçlerin desteğini almanın etkisi dikkate alınabilmektedir. Böylece Afganistan dönemsel olarak farklı güçlerin birer nüfuz alanı haline gelebilmekte, iktidar kavgası verenler aynı zamanda bu nüfuz güçlerinin temsilcisi olabilmektedir.

Amanullah Han’ın, Ruslarla dostluk ve iş birliği anlaşması imzalaması, Afganistan için Durand Hattının çizilmesi kadar etkili olan diğer bir kırılma noktası olmuştur. Özellikle Türkiye’nin NATO’ya üye olduğu tarihi takip eden yıllarda, Afganistan ilişki yoğunluğunu Türkiye ekseninden Sovyetler eksenine kaydırmaya başladı. Askeri öğrencilerini Sovyet Harp Okullarında eğitime gönderdi. Böylece güç ve savunma kurumunu Sovyet nüfuzuna açmış oldu. Bu durum Afganistan’ın Sovyetlerin işgaline kadar varan bir sürece yol açtı.

Bu kırılmayı oluşturan temel sebep ise, Sovyetlerin eğittiği Afgan öğrencilerin zihniyetine atılan format ile ilgilidir. Çünkü çok uluslu bir devlet olan Sovyetler, yine çok kimlikli olan Afganistan’ın sözde birlik bütünlüğü için bir rol model olarak empoze edilmiştir. Bu doğrultuda doktrine edilen Afgan askeri öğrenciler, ülkelerine askeri yeteneklerden çok sosyolojik misyonlarla donatılmış olarak ve Afganistan rejimini Sovyet rejimine benzetme hususunda birer devrimci aksiyoner olarak dönmüşlerdir. Sovyetlerin askeri işgaline giden süreç, bu Afgan öğrencilerin Sovyet yanlısı zihniyetleri üzerinden ilerlemiştir.

Özellikle 1950’li yıllarda gelişmeye başlayan bu nüfuz, Muhammed Davut Han’ın başbakanlığı ve Kruşçev’in Sovyet liderliği döneminde daha da ilerlemiş, Sovyet Harp Okullarında yetişen Afgan askeri öğrencilerine ilave olarak, Afgan ordusunda Sovyet askeri teknisyenleri de boy göstermeye başlamıştır. Daha da önemlisi, ekonomik destek paketleri ile Sovyet nüfuzu iyice pekişmeye başlamıştır. Bu gelişmeleri besleyecek şekilde gerçekleştirilen Sovyet algı operasyonları, Afganistan’ın yalnızlaştırılmasını sağlayacak şekilde İran ve Pakistan tehdidini ön plana çıkarmıştır.[6] Nitekim, Sovyetlerin kullandığı bu algıda doğruluk payı da bulunmaktadır. Çünkü, Afganistan üzerinde İran-Pakistan mücadelesi günümüzde de devam etmektedir.[7]

Öte yandan Sovyetlerin yayılmacı politikalarından ve özellikle de Hürmüz Boğazı’na ve sıcak denizlere inme hedefinden rahatsız olan ve Afganistan ile İran ve Pakistan arasında Sovyetlerin oluşturduğu gerginlikte Pakistan’ı destekleyen ABD de denklemde yerini almıştır. Böylece 19 ve 20’nci Yüzyılda Rus-İngiliz rekabetinin kurbanı olan Afganistan bu kez de Sovyet-ABD ve Pakistan-İran rekabetinin mücadele alanı haline gelmeye başlamıştır.

İlginçtir ki, ABD’nin denkleme girmesinde, İngilizlerin çizdiği Durand Hattı tekrar karşımıza çıkmaktadır. Sınır hattının iki yakasında kalan Peştunların yer aldığı coğrafya, bölgeye sosyolojik müdahalesini yoğunlaştıran İngilizlerce Peştunistan olarak tanımlanmaya, daha da ileri giderek Afganistan’daki Peştunlarla birleştirilerek ayrı bir devlet kurma taleplerini dile getirmeye başlamıştır. Bu bölge uzun yıllar Pakistan için bir istikrarsızlık kaynağı olmuştur.[8]

1971 yılında etnik bağlamda yaşanan Pakistan-Bangladeş bölünmesi, önemli bir nüfus ve coğrafi alan oluşturan Peştunlar ile de benzer bir bölünme riskini ortaya koydu. Çünkü Bangladeş’in bölünmesinde etnik kimlik algısının İslam’ın birleştiriciliğine baskın çıkması belirleyici rol oynamıştı. Aynı şekilde Peştunlar arasında da etnik kimlik dayanışması ağır basmaktaydı. Bunu gören Pakistan, etnik kimlik dayanışması yerine İslam dayanışmasını ikame etmek için harekete geçti. Peştun bölgesinde İslam’ı baskın kimlik haline getirecek fonksiyonellikte binlerce medrese açmaya başladı. Burada yetişen talebeler, “Taliban” olarak adlandırılmıştı. Sadece Pakistan Peştunları değil, Afganistan’dan gelen Peştunlar ve diğer mücahit gurupların liderleri de bu medreselerde eğitim görmeye başlamışlardı.  Pakistanlı araştırmacı gazeteci Ahmed Rashid’e göre, 1971’de 900 olan Pakistan’daki medrese sayısı 1988’de 8 binin üzerine çıkmıştı. Sınırlarda kayıt dışı 25 bin okul daha vardı. ABD’de Sovyetlere karşı oluşturduğu “Yeşil Kuşak” stratejisi çerçevesinde bu okullara maddi destek sağlıyordu.[9]

Zihin İşgalinden Coğrafya İşgaline

1970’li yıllarda Afganistan’da iktidarda bulunan Zâhir Şah ülkede gittikçe artmakta olan Sovyet nüfuzunu önlemek için Dâvud Han’ı başbakanlıktan azledince, bu durum birtakım yeni gelişmelere yol açtı. Sovyetler, Dâvud Han’ı destekleyerek 1973’te Zâhir Şah’ı Sovyet Harp Okullarından mezun askerlerle gerçekleştirdiği kansız bir darbe ile devirmeyi başardı.  Böylece Dâvud Han iktidarı devralmıştı. Sovyetler kendi ülkelerindeki okullarda yetişmiş olan sivil ve askerî personeli devletin önemli idarî kadrolarına yerleştirmeye ve Afganistan’ı hızla kontrolleri altına almaya başladığını gören Dâvud Han bunu önleyici tedbirler almaya başlamış ise de başarılı olamamıştır.[10]

Davut Han, iktidarı Sovyet nüfuzunun unsurları ile ele geçirmiş olmakla birlikte, daha sonra bu unsurları tasfiye etmeye ve İran, Pakistan ve ABD ile ilişkileri düzeltmeye başlamıştır. Aynı dönemde (1978) Sovyet nüfuzunun ve KGB’nin Afganistan’daki unsurları harekete geçirilerek kanlı bir darbe gerçekleştirilmiş, Davut Han ve ailesi öldürülmüş yerine Hafizullah Âmin getirilmiştir.

Ancak Hafizullah Âmin de Sovyet nüfuzunun bir temsilcisi olma rolünü oynamayınca, Sovyet komandolarınca Kabil‘in Kuzeyindeki Dar-ül-Aman Köşkünde 28 Aralık 1978 yılında tüm aile fertleriyle birlikte öldürülmüştür. Aynı yıl Afganistan Demokratik Cumhuriyeti kurulmuş ve Devrim Konseyi’nin başkanlığına, başbakanlığa ve Afganistan Demokratik Halk Partisi (Cem’iyet-i Demokratik-i Halk-ı Afganistan) genel sekreterliğine Nur Muhammed Terekî getirilmiştir. Muhammed Nur Terekî devlet başkanı ve aynı zamanda başbakan olarak görevlendirilmiştir. Terekî, Nisan 1978’de üyelerinin çoğunluğunu Sovyet taraftarlarının teşkil ettiği yeni Afgan hükümetini ilân etmiş, Komünist liderlerden Hafîzullah Emin ile Babrak Karmal da başkan yardımcılıklarına tayin edilmişlerdir. Ancak kısa zamanda aralarında bir iktidar mücadelesi başlayınca, Terekî, Babrak Karmal’ı Çekoslovakya’ya elçi olarak gönderirken güçlü komünistlerden Nur Muhammed Nur ve Muhammed Necîbullah’ı da değişik ülkelere elçi tayin etmiştir. Böylece kendi iktidarına tehdit oluşturan Komünist liderleri ülke dışına çıkaran Terekî, bu liderlerin birbirlerini ihanetle suçlamaları üzerine Komünist Partiden ihraçlarını sağlamış ve elçilik görevlerinden almıştır. Babrak Karmal Moskova’ya sığınmıştır.

Terekî’nin Afganistan’da kurmak istediği Sovyet taraftarı iktidar ülkede büyük tepkilere yol açtı ve halkın silahlanıp direnişe geçmesine sebep oldu. Terekî’nin sert tutumuna, Hafîzullah Emin ve taraftarları başta olmak üzere bazı çalışma arkadaşları karşı çıktılar ve Eylül 1979 başlarında Terekî’yi devirmeyi başardılar.[11]

Afganistan’ın yeni lideri Hafîzullah Emin, ülkedeki ayaklanmaları ve karışıklığı durdurmak için Amerika Birleşik Devletleri ve Pakistan’dan yardım yolları aramaya teşebbüs edince Sovyetler ve içerdeki uzantıları harekete geçti. Siyasî ve sosyal karışıklıklar sürerken Sovyetler Birliği 24 Aralık 1979’da Kâbil’e asker indirerek ülkeyi işgale başladı. Üç gün sonra da Hafîzullah Emin öldürüldü ve radyodan Babrak Karmal’ın başbakanlığa, Devrim Konseyi başkanlığına ve Afganistan Demokratik Halk Partisi genel sekreterliğine getirildiği ilân edildi.[12]

Sovyetler tarafından atandığında Moskova’da bulunan Babrak Karmal, Afganistan’a iktidarı devralmak üzere bindiği uçakta SSCB’yi Afganistan’ı “huzur ve barış” için kontrole davet etmişti. Ruslar, Karmal’ın bu davetine Aralık 1979 yılında, Afganistan’ı karadan ve havadan işgal ederek cevap verdi. Böylece Afganistan’daki farklı kimlikler ve iç iktidar kavgaları, özetle Afganistanın sosyolojik dinamikleri arasındaki uyumsuzluklar kullanılarak, bizzat Sovyetlerin tezgahında yetişmiş ve zihniyetleri devşirilmiş Afgan ordusu ve kukla yöneticileri tarafından ülke adeta gönüllü bir şekilde Sovyetlere teslim edilmiş oldu.

1986 yılına kadar Babrak Karmal yönetimindeki Afganistan, Afgan ordusu ve Sovyet ordusu ile birlikte Afgan mücahitlerine karşı tatminkâr bir başarı sağlayamayınca, Babrak Karmal sağlık sorunlarını bahane ederek istifa etti ve Moskova’ya döndü. Yerine Afgan gizli istihbarat teşkilâtı başkanı Muhammed Necîbullah getirildi. Temmuz 1987’de devletin adı Afganistan Cumhuriyeti olarak değiştirildi.[13]

Sovyet İşgalinden ABD İşgaline Evrilen Süreç

Sovyetlere karşı omuz omuza mücadele veren Afgan Mücahitler, 1988 yılında bu dayanışmalarını askeri anlamda “Afgan Mücahitleri İslam Birliği” olarak birleştirmişlerdi. Ancak bu birlik hiçbir zaman ne askeri ne de İslami anlamda organik bir birlik olmamış, mekanik boyutta kalmıştır. Çünkü kendi içinde, Cemiyet-i İslami (Burhaneddin Rabbani), Hizb-i İslami Halis (Muhammed Yunus Halis), Hizb-i İslami Gulbeddin (Gulbeddin Hikmetyar), İttihad-ı İslam Abdül Resül Seyyaf), Afganistan Milli İslam Cephesi (Ahmed Galyani), Afganistan Ulusal kurtuluş cephesi (Sibgatullah Müceddidi), İslam Devrim Hareketi (Muhammed Nebi Muhammedi), Afganistan Ulusal İslam Hareketi (Abdül Reşid Dostum) gibi farklı liderlikler altında farklı etnik gurupların geçici birliği olarak kalmıştır. Ahmed Şah Mesud ise Tacik gurubu askeri lideri olarak mücahidlerin safında savaşmıştır. Sovyet ordusu Ahmed Şah Mesud’un kontrolündeki Penşir vadisine girememiştir.[14]

Sovyetlerin çekilmesinden sonra Muhammed Necibullah iktidarının kontrolündeki Afgan ordusu ile 1992 yılına kadar savaşan Mücahit guruplar, Kabil’i kıskaca alarak Necibullah iktidarını devirmişlerdir. Böylece mevcut sosyalist yönetimin de ortadan kaldırılmasından sonra 1992 yılında Afganistan İslam Devleti kurulmuş ve ilk Başkan Sibgatullah Müceddidi olmuş, ancak 1993 Yılında Mücahit guruplar Burhaneddin Rabbani başkanlığında bir hükümet kurmada anlaşmışlardı. İlk Başbakan ise Gulbeddin Hikmetyar olmuştu.[15]

Sovyetleri dize getiren Afgan Mücahitler, ABD tarafından Sovyetlerin Afganistan’dan çıkarılmasına odaklandırılırken, aynı zamanda, bunun gerçekleşmesinden sonra Afganistan yönetiminin oluşturulmasında İslam’ın değil savaş sırasında aynı cephede ve Müslüman kimliği ile yer alan etnik kimliklerin rol alacağı bir sosyolojik süreç de uykuda bekletilmiştir. Ortak düşman bertaraf edildikten sonra uyandırılan etnik kimlikler, kısa sürede Sovyet-Afgan Savaşının mücahitlerin liderlerini, iç iktidar kavgaları veren başrol oyunculara dönüştürmüştür. Çünkü Sovyetlerle yapılan mücadelede belirleyici rolü bulunan mücahit gurupların her biri, çözümleri kendi etnik, kültürel ve liderlik aidiyetleri üzerinden gerçekleştirmeye çalışıyorlardı. Bu ise, ortak paydalarda buluşmayı imkânsız kılan bir iktidar kavgasına yol açıyordu. Eylül 1996’da Başkent Kabil’e giren Taliban, Peştu karşıtı olarak gördüğü ve yozlaşmanın sebebi olarak ilan ettiği Tacik kökenli devlet başkanı Burhanettin Rabbani’yi görevden aldığını ve yönetimi ele geçirdiğini duyurdu. Rabbani, 1996 tarihinde yönetimin Taliban tarafından ele geçirilmesine kadar fiilen başkan olarak kalmış, 2001 yılına kadar ise BM tarafından başkan olarak kabul edilmiştir. 2001 yılında ABD’nin desteklediği Ahmed Şah Mesut ve Resül Reşid Dostum ittifakı ile oluşturulan ve Taliban’a karşı savaşan Kuzey ittifakının 2001’de Kabil’i ele geçirmesi ile birinci Taliban yönetimi sona ermiştir.[16]

Sovyet işgali döneminde Afganistan nüfusunun bileşenleri olan etnik kimliklerin her birisi, kendi liderlerinin kontrolünde Sovyetlere karşı 10 yıla yakın bir kurtuluş savaşı vermişlerdir. Bu savaşın ana motivasyonu, etnik kimlikle birleşmiş dini kimlik olmuştur. Bütün savaşçı guruplar mücahit unvanı ile tanımlanmakta, aynı düşmana karşı aynı cephede, yan yana mücadele vermektedirler. Bu mücadele ABD ve başta Suudi Arabistan olmak üzere bazı İslam ülkeleri tarafından desteklenmektedir. Sovyet işgali döneminde İslam, ABD’nin Sovyetlere karşı kullandığı sosyolojik bir silahtır. Afgan mücahitlerini motive eden ve omuz omuza getiren bu sosyolojik silah dönemsel olarak ABD tarafından yanına aldığı İslam ülkeleri ile birlikte çok iyi kullanılmıştır. Çünkü, Sovyetlerle mücadelede Afgan mücahitlerinin Müslüman kimliği öne çıkarılırken, bu gurupların ortak bir kuvvet haline gelmemeleri, etnik bağlamda farklı kuvvetler olarak kalmalarına da özen gösterilmiştir.

Evet bu mücadele başarılı olmuştur. Sovyetlerin süper güç imajı çökmüştür. Böylece Sovyetlerin dağılması gibi büyük bir değişimin de gerçekleşmesine yol açmıştır. Ancak bu başarı Afganistan’ın bu kez de ABD tarafından işgaline yol açan bir kırılma noktası teşkil etmiştir.

Görüldüğü üzere Afganistan’ın özetlemeye çalıştığımız orta ve yakın tarihi, bir kısırdöngü tarihidir. İç iktidar kavgalarına müdahil olan dış güçler, ülkeyi işgal etmekte, dış düşmanı birleşerek bertaraf eden iç dinamikler, daha sonra kaldıkları yerden iç iktidar kavgalarına devam etmektedirler.  Bu kavgalarda ise motivasyon ve dayanışma unsuru daima etnik ve dini alt kimlik algıları oluyordu. Bu kavgalar da yeniden dış müdahaleleri besliyordu.

Sovyetlerle süren 9 yıllık mücadelede bölgeye müdahil olan ABD, Afganistan’ın bu kimlik çeşitliliğini istismar etme hesapları ile bölgeye yerleşme hesapları yapıyordu. Meşrulaştırıcı bir olay beklentisi içinde olan ABD, Afganistan merkezli El-Kaide örgütüne mal edilen 11 Eylül olayı bahane edilerek, başlangıçta İngiliz daha sonra da NATO müttefikleri ile birlikte sözde terör ile mücadele adı altında Afganistan’ı işgal etmiştir.  11 Eylül 2001 bu anlamda Afganistan için yeni bir kırılma noktası olmuştur.

Afganistan’ın ABD ve müttefikleri NATO tarafından işgali, Ağustos 2021 yılı itibariyle sona erdi. Bu 10 yıllık süreçte ABD karşısında Taliban yer alıyordu. Sovyetlere karşı mücadele veren mücahitler ise daha çok Taliban saflarında savaşmışlardır.  ABD Taliban’a karşı verdiği savaş sonunda, bütün güçlerini Afganistan’dan çekerek, yönetimi Taliban’a teslim etmiş bulunmaktadır.

Ana hatları ile özetlediğimiz bu siyasi ve askeri çalkantıların ve Afganistan’ın dış müdahalelere maruz kalmasının temel sebebi, elbette ki bulunduğu stratejik konum olmakla birlikte, bu konumunu Afgan halkının çıkarlarına uygun olarak korumaya engel olabilecek bir iç dayanışma yoksunluğu yer alıyor. Afganistan iç çatışma-dış müdahale gelgiti arasında büyük insani ve ekonomik kayıplar veren bir siyasi ve sosyolojik yapıyı temsil ediyor. Orta ve yakın geçmişinde yaşadığı bu olaylar zinciri, Afganistan’ın küresel güçlerin rekabetleri, bölgesel çevrenin çalkantılarından çok etkilenmekle birlikte, kendi içindeki ideolojik, kültürel, ırksal ve etnik biçimlere bağımlı aktörlerin eylemlerinden de kaynaklanmaktadır.[17]

Temel Sorun: Genel Dayanışma Yoksunluğu, Etnik Dayanışma Yoğunluğu

Toplumsal yapıların kimliği oluşturan etnik, kültürel, dini ve coğrafi unsurlar, o yapılarda hem bireysel hem de gurup davranış biçimlerini; dolayısıyla da dayanışma olgusunun niteliğini belirlemektedir. Bu anlamda kültür, nüfus ve coğrafya arasında, birbirini besleyerek güçlendiren bir etkileşim kadar, birbirini yıpratan ve dahili çatışmaları besleyerek, harici müdahalelere karşı siyasi ve kültürel bir bağımsızlık üretmeye de engel bir etkileşim olabilmektedir.

Afganistan, yoğun etnik ve kültürel çeşitliliğe sahip bir ülkedir. Bu çeşitlilik tabii olarak iç çekişmeleri ve dış müdahaleleri üretmeye yatkın bir yapıdır. Bu yapı küresel güçlere ve çevre devletlere istismar alanları açmaktadır. Afganistan’ın tarihi süreçte görüldüğü gibi dış müdahalelere açık bir hale gelmesinde bu yapının önemli bir rolü bulunmaktadır. Netice olarak Afganistan, kendi sınırları dahilinde kuşatıcı bir politik etkinlik üretememekte ve ülke coğrafyası yekvücut bir politik söylemin yükseldiği bir coğrafya olamamaktadır.[18]

Bir toplumun dahildeki dayanışması yok edilmedikçe, o toplumun iradesi aşılamaz ve üzerinde siyasi, ekonomik ve askeri hâkimiyet kurulamaz. Dahildeki dayanışma zaafları, Afganistan’ın yumuşak karnını oluşturmaktadır. Nitekim, Afganistan tarihi süreç içinde dahilde, hemen hemen sürekli diyebileceğimiz etnik ve kültürel çeşitliliğin yol açtığı genel bir dayanışma yoksunluğu yaşamış bir toplumdur. Bu yoksunluğa mukabil, her gurup kendi arasında görülmemiş bir dayanışma yoğunluğu göstermekte, diğer guruplarla arasında aşılmaz sınırlar çizmektedir. Dahili çatışmalar ve iktidar kavgaları genel dayanışma yoksunluğuna bedel, sözünü ettiğimiz bu guruplar boyutundaki dayanışma yoğunluğu üzerinde yükselmektedir. Çevre ve küresel güçlere ise, bu dayanışma yoksunluğu ve yoğunluğunu istismar etmek kalmaktadır.

Afganistan’a Müdahale Sosyolojik Boyutta Devam Ediyor

Osmanlı İmparatorluğu, emperyalist güçlerin ilgi alanına giren zengin petrol ve enerji yataklarına, stratejik sanayi hammaddelerine ve bu kaynakların Batı’ya aktarılmasında kullanılacak geçiş yollarına hâkim bir coğrafyada yer alıyordu. Osmanlı merkezli İslam dayanışması, üretimi tekeline almak ve tüketimi yaygınlaştırmak isteyen Batı için bir engel teşkil ediyordu. Osmanlı’ya karşı yürütülen sosyolojik savaşın hedef noktası, dayanışma bağlamı olmuştur. Ne zaman ki, Osmanlı milletleri İslam dayanışmasını terk ettiler, ulusal kimlik dayanışmalarının pençesine düşerek dağılmışlar ve sömürgecilerin hakimiyeti altına düşmüşlerdir.

Günümüzde de Afganistan Osmanlı’ya benzer bir öneme sahip bir kültür, nüfus ve coğrafya alanıdır. “Orta Asya enerji kaynaklarını dünya pazarlarına ulaştıracak üç önemli çıkış noktası var: Afganistan-Pakistan hattı, Basra Körfezi ve Doğu Akdeniz. Her üç bölge de birbirini tamamlayan noktalar. Orta Asya ve Ortadoğu enerji kaynakları üzerinde merkezi bir denetim kurulabilmesinde”[19] Asya ayağını Afganistan oluşturmaktadır.

Bu stratejik konumun kabarttığı iştahla Afganistan’ı işgal eden küresel güçler, ortak paydaları olan vatan coğrafyasını savunma refleksi, yine ortak paydaları olan İslam dayanışması ile ortaya konulan askeri mukavemet karşısında, kendilerine çok pahalıya patlayan askeri müdahalelerini geri çekmiş görünüyorlar. Ancak, Afganistan’ın denetimi hedefinden vazgeçmiş değillerdir.

Küresel güçlerin Afganistan’ı denetim hedefi başka bir sebepten de besleniyor. Afganistan, tıpkı Osmanlı’nın bir zamanlar başardığı, bünyesindeki bunca çeşitliliği bir arada tutan ve bütünleştiren sosyolojik kapasiteyi yakaladığında, bu üst kimlik dayanışmasının bölgede yol açacağı jeopolitik, bu sömürgeci güçlerin işine gelmiyor. Nasıl ki günümüzde Osmanlı misyonunda bir jeopolitik oluşumu tehdit olarak görüyorlarsa, aynı şekilde Afganistan’ı da aynı tehdidin potansiyel Asya alanı olarak görüyorlar. Bu sebeple önce İngilizler, sonra Sovyetler ve en nihayetinde de ABD ile sürdürülen savaşı sadece klasik manada bir sıcak savaş olarak görmek ve bu savaşın zaferle sonuçlandığını düşünmek en büyük yanlış olacaktır.

Afganistan’a ve Afganistan özelinde bütün İslam dünyasına karşı sürdürülen müdahalelerin sosyolojik karakteri göz ardı edilemez. Afganistan, klasik savaş sahasında elde ettiği bütün kazanımları, sosyolojik savaş sahasında kaybetme riski ile karşı karşıyadır.

Afganistan’ın Katalizör Kimlik Çerçevesi

Afganistan, “Dayanışma Bağlamı” kavramının işlevinin anlaşılmasında önemli bir örnektir. Kültür, nüfus ve coğrafya etkileşimi; dolayısıyla jeopolitik, bu dayanışma bağlamı olgusu ile yakından ilişkilidir. Dayanışma bağlamı, farklı toplumları tek merkezli bir politik güce dönüştürebildiği gibi, kötü huylu; yani ayrıştırıcı dayanışma bağlamları da farklı kitleler arasındaki ortak paydaları etkisizleştirerek, nüfusu ayrıştırmakta ve en nihayet bu ayrışma coğrafya bütünlüğüne yansımaktadır.

Kimlik çeşitliliğinin yoğun olduğu toplumlarda, genel dayanışma ancak o toplumun ortak paydaları üzerinden inşa edilebilir. Bir toplumun en kuşatıcı kimlik çerçevesi, en kapsamlı ortak paydadan kaynaklanır. Böyle bir çerçeve kimlik, Afganistan’ın sosyolojik mimarisinin, bütünleşmesinin, barış ve güvenliğinin temel taşıdır. Çünkü etnik ve mezhep kimlikleri kapsayan üst (çatı) kimlik bağlamı, bütün etnik ve mezhep kimlikleri arasında dayanışma üretir. Yani büyük boy dayanışmaların ve dolayısıyla da bu dayanışmanın ürettiği jeopolitiğin sosyolojik temeli, büyük boy üst/çatı/katalizör kimlik algısının alt kimlik algılarına üstün çıkmasıdır. Üst kimlik bağlamında gerçekleştirilecek bir yapılanma, Afganistan devletine, sahip olduğu kimlik çeşitliliğini bir arada tutabilme ve sosyolojik olarak bütünleştirme yeteneği kazandıracaktır. Aksi durumda ise gurup dayanışması yoğunluğu karşısında farklı guruplar arasında katı sınırlar oluşacak, bu sınırlar etrafında sosyal çözülmeler gerçekleşecektir.

Yukarıda özetlediğimiz tarihi olaylar, Afganistan’da ortak paydaların ürettiği dayanışmaya, etnik kimliklerin ürettiği içe kapalı dayanışmanın baskın çıktığının en somut göstergesidir. Etnik, mezhep ve lider merkezli alt kimliklerin birleştiriciliği, bütün Afgan gurupların ortak paydalarının birleştiriciliğine ağır basmasıdır ki hem dahildeki çatışmaları beslemekte hem de hariçteki güçlerin müdahalelerine davetiye çıkarmaktadır.

Afganistan’ın Dayanışma Bağlamı ile İmtihanı

Farklı kimlikler Afganistan coğrafyasının bir gerçeğidir ve aslında bir imtihanıdır. Afganistan, farklı alt kimliklerin bütünleşmesinde meşruiyet çerçevesini sağlayacak bir üst kimlik bağlamında genel bir dayanışma inşa edebilmek veya kimlik farklılıklarının yol açtığı mozaikleşme etkisinin ürettiği genel dayanışma yoksunluğu ile hem iç çatışmalar hem dış müdahalelerle karşılaştığı geçmişteki ağır bedelleri ödemeye devam etme gibi iki seçenek arasında bir imtihan ile karşı karşıya bulunmaktadır.

Mozaikleşme etkisini şöyle açıklayabiliriz: Mesela, topluluklardan dayanışma bağlamlarından “bir kıstas olarak din unsurunu seçersek, Afrika Müslümanlar ve Müslüman olmayanlar olarak sadece ikiye bölünebilir.”[20] Etnik kimlikleri seçersek, Afrika coğrafyası tam bir etnik mozaiğe, çok parçalı bir haritaya dönüşecektir. Afganistan’ın durumu da Afrika örneği ile benzerlik göstermektedir. Afganistan adeta küçük bir Afrika gibidir. Çünkü Afrika toplumlarının kendi aralarında bir dayanışma inşa edememeleri, küresel güçlerin en acımasız sömürge alanı haline gelmelerine yol açmıştır.

Afganistan’ın Sovyetler ve ABD işgaline karşı verdiği mücadelenin başarısının belirleyici dinamiği, “İslam Dayanışması” olmuştur. Bu dayanışma harici düşmana karşı gösterilirken, dahilde gösterilememiştir. Bu sebeple farklı kimlikler Afganistan coğrafyasının bir gerçeğidir ve aslında bir imtihanıdır diyoruz. İmtihanıdır, çünkü İslam gibi genel bir dayanışma üretecek bir üst kimliği etnik ben algısına feda ettiği sürece Afganistan bu imtihanı hep kaybetmiştir ve hep kaybedecektir.

Emperyalizmin Her Daim Hedefi: Dayanışma Bağlamı

Afganistan’a sosyolojik boyutta sürdürüldüğünü belirttiğimiz müdahalenin sosyolojik karakterini anlayabilmek için, yukarıda sözünü ettiğimiz “dayanışma bağlamı” nın fonksiyonlarını iyi anlamak gerekiyor.

Dayanışma bağlamı olgusunun fonksiyonu, Westphalia(Vestfalya) öncesi ve sonrası Avrupa ile Osmanlı öncesi ve sonrası İslam dünyası arasındaki kıyas ile daha net olarak anlaşılabilir. Ta ki, Afganistan açısından dayanışma bağlamının ne ifade ettiği daha net görülsün…

Westphalia öncesi Avrupa’yı hatırlayalım. Ulus altı kültürlerin biçimlendirdiği nüfus farklı kimliklere bölünmüş, bu kimlikler etrafında dayanışmalar ise politik olarak coğrafya üzerine prenslikler, kontluklar, derebeylikler ve farklı mezheplerin kilise babaları vs. şeklinde birçok feodal kümelenmeler olarak yansımıştı. Örneğin, Britanya adası, 1600’lü yıllarda kabilelerin savaştığı vahşi bir ada idi. Almanya, Fransa ve İtalya da feodal prenslik adacıklarına bölünmüş birer kaos coğrafyası idi. Avrupa 1618-1648 yılları arasında bu alt kimlik dayanışmalarının ürettiği Otuz Yıl Savaşları’nı yaşamıştı.

Avrupa’da Otuz Yıl Savaşları’nın ardından 1648 yılında Westphalia Antlaşması imzalandı. Anlaşmanın merkez kavramı “dayanışma bağlamı” olmuştur. Westphalia süreci olarak tanımlanan ve “ulusu temel bağlılık nesnesi olarak gören ve merkezinde ulusun yer aldığı”[21] yapı, bu anlaşmanın getirdiği “dayanışma bağlamı değişiminin” bir yansımasıdır. Bu değişim Avrupa toplumlarındaki sosyolojik mimariyi bütünleşme doğrultusunda yapılandırmıştır.

Westphalia Antlaşması, ulus bağını merkezileştirerek, prenslik, kontluk, derebeylik gibi ulus altı kimliklerle parçalanmış Avrupa kimliklerini yeni bir üst/katalizör kimliğe kavuşturmuştu. Avrupa’da Westphalia ile kilise temelli devlet yapılanması, yerini milliyet ve ekonominin merkeze alındığı yeni bir örgütlenme biçimine bıraktı. Westphalia süreci, kendisini etnik ve mezhepsel bağlamda anlamlandıran insanın ulus bağlamında anlamlandırmasına yol açtı. Bu anlamlandırma da siyasal birliğin ulusal kimlikler üzerine yapılandırılmasına teorik ve felsefi temel oluşturdu. Böylece merkeze milliyet konularak ulus temelli bir devlet yapısı inşa edildi. Feodalite yerini ulus devletlere bırakmıştı. Dayanışma süreci, ulus boyutunda kalmadı. S.S.C.B çok uluslu bir devlet idi. ABD de aynıdır. Bugün Avrupa, tıpkı Osmanlı gibi çok uluslu, ulus üstü bir Avrupa Birliği düzeni kurmaya çalışıyor.

Westphalia sürecinin doğurduğu ulusçuluk, sadece Avrupa toplumlarında değil, Osmanlı’da da ulus devlet eksenli siyasal süreçlere yol açtı. Bu süreçlerin çokuluslu ve çok dinli bir siyasal örgütlenme olan Osmanlı’ya yansıması yıkıcı oldu. Ulus merkezli dayanışma, Avrupa için bütünleştirici, Osmanlı için ise ayrıştırıcı etki olarak tezahür etti. Çünkü Avrupa’daki mezhep ve diğer alt kimlikler etrafında yaşanan kanlı Otuz Yıl savaşlarından sonra Westphalia anlaşması ile gerçekleştirilen dayanışma bağlamı değişiminin fonksiyonelliği, Osmanlı’nın ulus devlet bağlamında ayrıştırılması yönünde bir Avrupa stratejisine de ilham kaynağı oldu. Westphalia sürecinin getirdiği dayanışma bağlamı değişimi, Osmanlı’ya karşı tersten uygulandı. Osmanlı bünyesindeki toplumlar bağımsızlığa ve ulus devlete özendirildi. Kültür, nüfus, coğrafya etkileşimi, Osmanlı dayanışmasını, ulus üstü boyuttan, önce ulus, bugün de ulus altı boyutlara indirgeyecek şekilde yönetildi. Osmanlı’nın dağılmasından önce Ortadoğu’nun jeopolitik yapısını belirleyen temel sosyolojik güç İslam dayanışması iken, bu sistemin dağılması ile ortaya çıkan jeopolitik yapıyı ulus dayanışmasının belirlediği bir süreç başlamıştır. Osmanlı’yı Ortadoğu’ya dönüştüren anahtar, Osmanlı dayanışmasındaki bu bağlamsal değişimdir. İslam dünyasının günümüzdeki Ortadoğu formu, dayanışma bağlamındaki bu değişimin bir tezahürüdür.

Afganistan’a yöneltilen sosyolojik stratejiyi de etnik ve dini alt kimlikler etrafında dayanışan ve birbirini dışlayan çok kimlikli yapısı üzerinden okumak gerekir. İşte Afganistan’a yapılan müdahalenin sosyolojik boyutta devam ettiğini belirtirken tam da bunu kastediyoruz. ABD’nin çekilmesi esnasında patlayan bombaları, bu kimliklerin birbirine kışkırtılma ve Afganistan’ı birbiri ile çatışan hasım toplumlara dönüştürme stratejisinin bir açılımı olarak görmek gerekiyor. Bu bombalar, Afgan toplumundaki dayanışma bağlamına atılan bombalardır.

Osmanlı’yı hatırlayalım. Osmanlı’da yaşanan dayanışma bağlamı değişimi süreçleri tesadüfî değildi. Ulus devletin İslam coğrafyasında yaygınlaşması, bölge toplumlarının ihtiyaçlarından çok, Batılı güçlerin kolonyal politikaları doğrultusunda gerçekleştirilen sosyolojik operasyonların eseri idi. Nitekim bu değişime paralel olarak 19. yüzyılın sonlarından itibaren, Osmanlı jeopolitiği ortadan kalkmış, yeni yeni devletler, siyasal sınırlar ve rejimler ortaya çıkmış ve İslam dünyasının haritası da tedricen değişmişti. Osmanlı dönemi dayanışma bağlamı ile Osmanlı sonrası dayanışma bağlamı arasındaki farklılık, birincisinde Osmanlı, ikincisinde ise Ortadoğu olarak nüfus ve coğrafyaya yansımıştı.[22]

Günümüzde genelde İslam dünyası ve özelde Afganistan aynı stratejinin nesnesi durumundadır. İslam bölgesinde Osmanlı’ya jeopolitik güç veren dayanışma yeteneğinin İslam’dan beslendiği gerçeği, İslam’ı ve dolayısıyla bu dayanışma yeteneğini hedef haline getirmişti. Osmanlı’nın bünyesindeki farklı kimliklerin dayanışma yeteneğini hedef alacak bir sosyolojik müdahale, Osmanlı’nın dağılmasını ve İslam bölgesinin kapılarının Batılı güçlere açılmasını sağlamıştı. Yukarıda genel hatları ile yer verdiğimiz Afganistan tarihi olayları da aynı çerçevede ele alınmalıdır.

Afganistan’ın Geleceği ve Dayanışma Bağlamı 

Hem etnik ve hem de dini anlamda çok sayıda alt kimliklerden oluşan Afganistan’ın yeniden bağımsız bir devlet olarak tarih sahnesine çıkmasında sözünü ettiğimiz dayanışma bağlamı hayati öneme sahip bulunmaktadır. Emperyalist güçler ne kadar bu dayanışma bağlamını hedef alıyor ise, Afganistan’ın yeniden yapılandırılmasında en çok korunacak, muhafaza altına alınacak yapılandırma unsuru da “dayanışma bağlamı” olmalıdır.

Öncelikle şunu belirtelim ki: Burada kimliklerin farklılığını ve çeşitliliğini bir sorun olarak görmüyoruz. Farklı kimlikler sosyolojik bir olgudur. Çünkü kabile ve milliyet gibi farklı kimlikler, İslam’ın da kabul ettiği ve İlahi irade tarafından var edilen fıtri, ontolojik bir olgudur. Dolayısıyla da bu farklılıkların tek tipleştirilmesinden bahsetmiyoruz. “Bütünleşmiş toplum ile tek tipleşmiş toplum”[23] birbirinden farklıdır. Sorun, bu kimliklerin farklılığı değil, ortak dayanışma bağlamını yitirerek dışlayıcı ve hatta çatışmacı özellikler kazanmalarıdır.

Çok kimlikli Afgan toplumunun temel problemi de tek tipleşme değil, bütünleşme sorunudur.

Eğer alt kimliklerden birisi merkeze alınacak ise, diğer kimlikler ile çatışma ortaya çıkacaktır. Nitekim, Afganistan’ın 1979 yılında S.S.C.B. tarafından işgalinden bu yana yaşanan olaylar, Afgan coğrafyasındaki kimlikler arasındaki dayanışma veya çatışmanın ürettiği politik ve askeri güce göre değişkenlik göstermiştir. 1989 Yılında S.S.C.B.nin çekilmesi ve hatta müteakiben dağılmasının altında, Afganistan’daki farklı kimlikler arasındaki aynı hedefe yönelen dayanışma, bütünleşme yatar. Çekilme sonrası başlayan süreçte ise, bu farklı kimlikler kendi aralarında çatışmaya başlamıştır. Sovyetlere karşı ortak dayanışma bağlamı olan İslam’ın yerini, çekilmeyi müteakiben etnik, mezhepsel, otoriter, totaliter ve liderci dayanışmaların ve dolayısıyla da tek tipleşmelerin alması yeni süreci ve bu kez de ABD ve müttefiklerinin işgalini getirmiştir.

Afganistan’ın geleceği, bütünleştirici bir üst kimlik etrafında mı; tek tipleştirici bir alt kimlik etrafında mı yapılandırılacağı noktasında düğümlenmektedir.

Etnik, mezhepsel ve liderci siyasal süreçlerle birleşen din, diğer kimlikler üzerinde otoriter, totaliter ve liderci bir tahakkümün meşrulaştırma aracı haline gelebilmektedir. Din etnisiteye güç veren bir özellik kazanmaktadır. Çünkü din ile birleşen alt kimlikler ve dayanışmalar, alt kimlikler arasındaki çatışmalarda dini her bir tarafa motivasyon sağlayan bir araca dönüştürebilmektedir.  Böylece dini motivasyona da sahip güçlü etnik çatışmalar ortaya çıkmaktadır. Bunu çok iyi bilen ABD ve müttefikleri, İslam’a karşı mücadelesini bu noktaya teksif ederek, Afganistan’daki işgal sonrası süreci de eskiden olduğu gibi kimlik çatışmaları üzerinden kurgulayan stratejisini devam ettirmektedir.

Sonuç olarak, Afganistan’ın geleceği, son derece hayati bir noktada, “dayanışma bağlamı” noktasında düğümlenmektedir.

İslam’a Karşı Yeni Bir Komplo Sahası: Afganistan

Afganistan’a yapılan sosyolojik müdahalelerin iki boyutu mevcuttur:

Birinci boyutu, Afganistan’ın genel bir dayanışma göstermesinin önlenmesi için, etnik ve mezhep kimlikleri üzerinden dayanışmalarını, İslam dayanışmasına baskın hale getirmek.

İkinci boyutu ise, bütün dünyanın mercek altına aldığı bir vasatta, Afganistan’ı İslam için kötü bir örnek durumuna düşürmek için, İslam’ın hem İslam dünyası ve hem de bütün insanlık için referans olacak doğru bir temsilini önlemek…

Günümüzde bu iki boyutta Afganistan’a yönelik sosyolojik savaş bütün şiddeti ile sürdürülmektedir.

Afganistan, kültürü, nüfusu ve coğrafyası ile adeta İslam dünyasının bir kesiti ve laboratuvarı durumundadır. Bu sebeple, Afganistan’daki İslam temsili, sadece Afganistan ile sınırlı kalmayacaktır. Müdahalesini Afganistan’daki ve dolayısıyla da İslam dünyasındaki kimlik çeşitlenmeleri üzerinden yürüten stratejik akılla baş edebilecek doğru bir İslam temsili zaruri bulunmaktadır.

Uluslararası sistem, İslam’ın karşısına, yine kendi kurguladığı, dünya ölçeğinde bir terör ve kaos membaı olan bir İslam’ı (!) rakip olarak çıkarmak istemektedir. Batı’nın, Afganistan’ı uluslararası toplumdan dışlayarak, aynı kültür dünyasının diğer üyeleri açısından kötü bir örnek durumuna düşürmek istemesi sadece Afganistan’ı değil, bütün İslam dünyasını hedef alan bir stratejidir.

ABD ve müttefiklerinin bu stratejisine temel oluşturan ve İslam’a yamanan kavramlar, Müslümanlar arasında da birbirini dışlayıcı bir biçimde benimsenen “hangi İslam” çelişkisini beslediği gibi, karşılıklı olarak birbirlerini dışlamalarının temel sebebi de bu kavramlar aracılığı ile Müslüman bilincinde, dışlamanın yine İslami bir temele oturtulması ve meşrulaştırılmasıdır. Böylece İslam dünyası, birbiri ile mücadele eden, çatışan radikal ve terör bağlantılı birçok guruplara ayrıştırılarak, bu guruplar öne çıkarılarak İslam’ın dayanışma gücü imha edilmekte ve İslam’ın doğru, adil, ahlaki ve insani gerçek yüzünü insanlığa göstermesi perdelenmektedir.

Afganistan bu noktada İslam’a karşı yeni bir komplo sahası olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu komplonun dinamiği şudur: ABD’nin çekilmesindeki başarısını bir meşrulaştırma aracı olarak kullanılarak İslam temsilinin etnik bir kimliğin tekeline alınması…Taliban yönetiminin “Küçük cihattan büyük cihada dönme” sınavı bu noktada düğümlenmektedir.

Nitekim Afganistan’daki Taliban Yönetimi, ilk iş olarak askeri alanda düzenli ordu kurmak ile işe başlamıştır. Bu askeri yapılanmanın Afgan toplumundaki farklı dini ve etnik unsurlar üzerinde Taliban’ın ve dolayısıyla da Taliban’ın sosyolojik kimliği olan Peştun kimliğinin otoritesini pekiştirme rolü, bu komplonun bir ayağının tahakkuku anlamına gelecektir. Afganistan’ın yeniden yapılandırılmasında, merkezde bütün idari, ekonomik ve siyasi reformlar Peştun kimliğinin otoritesini tesise yöneldiği takdirde, bu yapı Afgan devletinin temel aldığı kimlik çerçevesini, dolayısıyla devletin temel aldığı dayanışmayı belirleyecektir. Merkezin bu doğası, çevredeki farklı dini ve etnik unsurları ile olan ilişkinin doğasını da belirleyecektir. Çünkü, dini meşruiyetle pekiştirilmiş etnik dayanışma temelli devlet yapısını, Afgan toplumundaki farklı kimlikleri gözetleyici ve kontrol edici, gerektiğinde de bastırıcı bir doğaya kavuşturacaktır. Bu tür bir yapılanma, Afganistan’da geçmişteki sosyolojik istismar alanlarının yeniden açılmasına yol açacaktır. Bu ise, yeni Afganistan’ın kültür, nüfus ve coğrafya etkileşiminden beslenen jeopolitik gücünü sıfırlayacak ve iç çatışmaları tetikleyecek yeni bir dönem başlatacaktır.

Çok sayıda etnik, dini ve kültürel çeşitliliğe sahip bir demografik yapı ve bütün bu farklı kimlikler üzerinden yapılacak müdahalelere açık bir devlet yapılanması… İşte Afganistan’da bu çeşitliliği temsil etmeyen bir devlet yapılanması, yeni devletin en büyük zaafını ve istismar alanını oluşturacaktır.

Osmanlı’yı Ortadoğu’ya dönüştüren sosyolojik stratejiyi düşünelim. Bu stratejinin temel taktiği “ayrıştırma” idi. Bu stratejinin açılımı ise, mevcut bütünleşmenin kültür tabanına müdahale olmuştu. Aynı şekilde, Afganistan’da merkezde bütün Afgan toplumunun ortak paydası olan İslam yerine, İslam’ı da tekeline almış böylece siyasi otoriteyi tekelleştirmiş bir etnik kimliğin otorite haline getirilmesi, uzun vadede bir kültürel mozaikleşme ve daha sonra da nüfusun ve coğrafyanın mozaikleşmesi sonucunu doğuracaktır. Yaşanacak iç çatışmalar ise, bütün dünya kamuoyunda kötü örnek imajını inşa edecektir.

İslam dünyasındaki ülke ve bölge içi çatışmalar olarak tezahür eden krizlere baktığımızda, bu krizleri besleyen sosyolojik dinamiklerin etnisite, mezhep, cemaat veya lider farklılıkları etrafındaki ırkçılığın değişik formları olduğu görülür. Afganistan’da A.B.D. ve Batılı müttefiklerince inşa edilmeye çalışılan şey, etnik sosyoloji, mezhep sosyolojisi ve diğer alt kimliklerin ayrışmasına yol açan sosyolojik süreçlerdir.

Afganistan toplumunun etnik, mezhep, cemaat ve lider farklılıkları etrafındaki kamplaşmaları, geçmişte adeta sosyolojik bir deprem kuşağı oluşturmuş ve ülkeyi ve hatta bölgeyi önce S.S.C.B. daha sonra da ABD’nin işgaline yol açan sosyolojik, askeri ve siyasi depremlerle sarsılan bir zemine dönüştürmüştü. “Orta Asya’nın dünyaya açılan en önemli kapısı olan Afganistan’a giren ABD, Kafkaslar ve Orta Asya’da on üç askeri üs kurarak bölgenin tamamına yerleşmişti.”[24] Bu bir stratejidir ve aynı dinin mensupları, farklı mezhepler, cemaatler ve liderler, etnik kimlikler etrafında, birbirlerine farklı din mensubu muamelesi yapacak bir taassuba yönlendirilerek, bölgeye yerleşen güçlerin kalıcılığı pekiştirilmektedir.

Söz konusu aidiyet taassubunun yol açtığı sosyolojik durum, bu toplumların sadece dayanışmalarını önlemekle kalmıyor, yeniden dizayn edilmeleri için her türlü imkânları da karşı güçlere sunuyorlar. İşte, Afganistan’a müdahale sosyolojik boyutta devam ediyor derken bunu da kastediyoruz.

Afganistan’ın geleceği, yeniden yapılandırılmasında temel alınacak dayanışma bağlamında düğümlenmektedir. Afganistan’a karşı sürdürülen sosyolojik savaş, Afganistan’daki büyük boy dayanışma dinamiklerini ortadan kaldırmaya yöneliktir. Yeniden yapılandırmada, “dayanışma bağlamının” yanlış seçilmesi, sosyolojik savaşı kaybetmeye ve ardından yeni iç ve dış sıcak çatışma süreçlerine yol açacaktır.

Medine Toplumu Örneği ve Dayanışma Bağlamı

Hz. Peygamber’in tek bir şehir devleti altında topladığı Medine toplumu, tek tip bir toplum değildi. Üst kimlik çerçevesi İslam olmakla birlikte, Müslümanlar da o dönemde çok farklı, hatta birbiriyle hasım Arap kabilelerinden oluşuyordu. Cahiliye dönemi olarak tanımlanan İslam öncesi dönemden kalma dayanışma bağlamını geleneksel olarak devam ettiren kabileler bulunuyordu. Evs ve Hazreç kabileleri bunun en tipik örneğidir.

Hz. Peygamber, bu iki kabile arasındaki etnik ben idraki bağlamında yaşanan krizleri, bu kabilelerin dayanışmasını, etnik kimlik çerçevesinden, İslam kimliği çerçevesine taşıyarak; bu kimliklerin bağlanma davranışı bozukluğunu çözmüştür.

Toplumun dayanışmasındaki böyle temel bağlamsal değişimlerle, İslam toplumunu farklı din ve kültür gruplarına da açan ve çok milletli, çok kültürlü, çok dinli açık toplum inşa eden sosyolojik bir süreç başlatmıştır.

Afganistan küresel statüko güçlerinin öngördüğü bir gelecek yerine, İslam’ın öngördüğü bir geleceği inşa etmelidir. Bunun için, büyük boy bir ben idraki ve dolayısıyla da dayanışma bağlamı değişiminin gerekli olduğunun bilincine varmalıdır. Mevcut bağlanma davranışı bozukluğu, öncelikle çözümlenmelidir. Bunun temel şartı, kriz üreten mevcut dayanışma bağlamlarını değiştirerek, bir üst (çatı) kimlik bağlamında büyük boy bir dayanışma inşa edecek sosyolojik süreçleri başlatmaktır.[25]

Dayanışma Bağlamı Nasıl Manipüle Ediliyor: Afganistan Örneği

Günümüzde İslam’ı terörle, tekfirle, mezhepçilikle, etnisite ile temsil edenler, İslam’a değil, statükoya hizmet eden sosyolojik ajan guruplardır. İslam adına, İslam’a karşı savaşan vekalet savaşçılarıdır. Dolayısıyla bu gurupların iktidarları da vekalet iktidarları olacaktır. Bugüne kadar da böyle olmuştur.

Afganistan’da gerçekleştirilen ve S.S.C.B.’ye karşı verilen savaş ne kadar meşru ise, S.S.C.B.’nin yenilerek çekilmesinden sonra başlayan iç savaş ise o kadar gayrimeşrudur. İslam dışıdır. Yine A.B.D. ve müttefiklerine karşı verilen savaş ne kadar meşru ise, müteakiben İslam’ın açık toplum esaslarını hayata geçirmeyen bir yapılanma da o kadar gayrimeşru ve İslam dışı olacaktır.

Afganistan yönetiminin yeniden yapılanmasında İslam’ın ahlakı, barışı, dayanışması, kardeşliği, jeokültürü ve jeopolitiği ile kısaca medeniyeti ile temsilini provoke eden bir stratejinin sürece müdahale ettiği akıldan çıkarılmamalıdır.

Afganistan Maruz Kaldığı Sosyolojik Saldırıları Nasıl bertaraf Edecek?

İslam’ın Osmanlı pratiğinin kurulması ve Osmanlı’nın dağılması süreçleri, Afganistan için somut bir örnektir. Afganistan, bir yandan dayanışma bağlamını “İslam” olarak belirlerken ve yapılanmasında, hiçbir etnik ve sair ayrım yapmaksızın bu kimliğin liyakatli unsurlarını dahil ettiği bir istişare meclisi oluşturmak, öte yandan da istismar alanlarını iyileştirmek ve doğru İslam’ı temsil boşluklarını gidermek gibi iki temel hedef gözetmelidir.

Bu iki hedefin gerçekleştirilmesinde karşılaşılacak muhtemel krizler, hangi İslam krizi ve İslam’dan üç temel sapmanın yol açacağı yıkımlar olacaktır.

Birinci Vazife: Hangi İslam Krizinin Aşılması

Hangi İslam krizinin kökeninde, özellikle müteşabih (yani manayı teşbih, temsil ve mecaz ile anlatan) Ayet ve Hadislerin yorumları bulunmaktadır. Bu Ayet ve Hadislerdeki teşbih, temsil ve mecazlara “müteşabihat” denilmektedir.

“Bu Ayet ve sahih Hadisler üç kaziyeyi (hükmü) mutazammındır (kapsar):

Birincisi: Ayetler, Allah’ın (C.C.); Hadisler, Peygamberin (S.A.V.) kelâmıdır.

İkincisi: Kelâmın mana-yı muradı hak ve sadıktır. (Ayetten Allah, hadisten Peygamber hangi manayı kastetmiş ise, o mana hak ve sadıktır; doğru ve gerçektir.)

Bu ilk iki hükümde ihtilaf olamaz. Bu iki hüküm, göreli ve bağlı değildir. Hiçbir kayıt ve şartı, istisnası yoktur. İçtihada ve istişareye konu edilemez. Çünkü ayetin Allah’ın kelamı olduğunu; sahih hadisin Peygamberin sözü olduğunu ve ayet ve sahih hadisin murat ettiği mananın hak ve sadık olduğunu itikad etmek, kabul etmek, bu ikisinde ittifak etmek, ihtilafa düşmemek gerektir. Afganistan toplumunu oluşturan bütün etnik ve dini gurupların bu iki noktada bir itikadi ihtilafları olmayacağını düşünüyoruz.

Üçüncü kaziye: “Bu kelâmda murad budur. Ve bu sadefte olan cevher budur; ben gösteriyorum.” (Yani ayetin veya hadisin manası budur, ben gösteriyorum.) İşte bu üçüncü kaziyede ihtilafat feveran eder.

Yani bu üçüncü hükümde, ihtilaf olabilir. Çünkü beşer yorumudur, göreli ve bağlıdır. Yani yorum öznelerinin devrine, birikimine göre değişebilir. Ayet ve hadisten çıkarılacak mana ve murat, teşehhi ile (hırs ve hevesle) değil, içtihadın neticesidir. Zaten müçtehid olan başka müçtehidin taklidine mükellef değildir. Bunu inkâr eden, yani ayet ve hadisin bir kimse tarafından yapılan yorumunu ve anlamlandırmasını inkâr eden, eğer yine mukabil bir içtihat ile olsa küfre düşmez.”[26]

İşte bu üçüncü kaziye kapsamındaki, müteşabih ayet ve hadisin mana-yı muradı, içtihada ve istişareye konu olabilir. İçtihat ve istişare ile varılan hükümler çeşitlenebilir. Bu çeşitlenmeler, mezheplerin ve cemaatlerin de çeşitlenmesine yol açmaktadır. Bu üçüncü noktada; yani müteşabih Ayet ve Hadislerin yorumunda farklı görüşlerin ortaya çıkması normaldir. Yeter ki bu görüşler ehlinin içtihadı olsun. Aksi halde, yorumcunun bilgi birikimine, uzmanlığına, zamana ve topluma bağlı/göreli tarihsel olan bir yorum, bütün zamanlar için geçerli tek anlama indirgendiği takdirde, ayet ve hadisler ilânihaye yeni görüşlere, yorumlara, toplumsal değişimlere, içtihatlara kapatılmış olacaktır.

İşte “İslam dünyasının ağına düştüğü “Hangi İslam Krizi” bu üçüncü husustan beslenmektedir.

Müslümanlar arasındaki ihtilaflar ve husumetin kaynağına baktığımızda, altında iki yanlış anlayışın yattığı görülür:

  • Üçüncü kaziye kapsamındaki ayet ve hadislerdeki müteşabihatın mana-yı muradını kendi içtihat ve yorumuna indirgemek, kendi anlayışının tekeline almak.
  • Bu içtihadı “itikadileştirerek” bütün Müslümanları kabule icbar ve kabul etmeyenleri de “tekfir” etmek…[27]

İşte müteşabih ayet ve hadislere kişilerin verdiği mana ve yoruma, itikadi bir anlam yükleyerek, kabul ve tasdik etmeyenleri İslam dairesi dışına atmak gibi bir anlayış zemininde, İslam’ın gerektirdiği ittifak ve ittihad mümkün olmayacaktır. Bilakis, itikadların ve itikad guruplarının çeşitlenmesine, birbirini tekfir ederek, kendi aralarında çatışmalarına yol açacaktır. Günümüzdeki hangi İslam krizinin temelinde bu beşerî yorumların ve içtihatların “itikadileştirilmesi” yatmaktadır. Hangi İslam krizinin en etkili unsurlarından biri, tekfirci (kendileri dışındaki İslam mensuplarını İslam’dan çıkmış kabul eden) temsillerdir. Bu tekfirci temsillerin oluşumunda, kök sorun, dini alandaki şahıs ve lider odaklı “göreli yorumların itikadileştirilmesi” sorunudur.

İnsanların kendi zaviyesinden, bakış açısından algıladığı şey, gerçekte hakikatin göreli algısıdır. Bu husus sadece dini alanda geçerli değildir. Hayatın her alanında bu görelilik olgusu geçerlidir İnsanın idraki, zamana, mekâna, ulaşılan ilmi seviyeye ve ahval-i zamana görelidir. Hakikat, bu göreli idrake indirgenemez.

Siyasi ve sosyal hadiselerde bu görelilik ve bağlamsal özellik daha da karmaşıktır.

Yorum özneleri çoğaldıkça, karşılıklı mutlaklaştırma ve itikadileştirmeler kendi aralarında çatışmaya girecektir. İlgili taraflar, bu göreli yorumu, bir beşerin yorumu ve hükmü değil, İslam’ın hükmü diye dayatma, uymayanları tekfir etme ve hatta bunlara karşı cihat ilan etme noktasına gelir. İslam dünyasında yaşanan dayanışma krizlerinin altında bu görelilik olgusu yer almaktadır.

İşte İslam’ın hakikati bu noktadan manipüle edilmekte ve İslam’a karşı yürütülen müdahalenin sosyolojik bir silahına dönüşen bu tekfirci akımlar kurulup, desteklenmektedir. İslam’ı ve İslam dünyasını kilitleyen bu tekfirci temsilleri doğru teşhis etmek ve bu temsillerin felsefesini, bizatihi Kur’an’ın ve sünnetin sahih esasları ile çürütmek gerekir.

İnsanların kimlik arayışı, bir meşrulaştırma aracı olarak İslam ile birleştiğinde, ortaya çıkan şiddet ve terörün de İslam’a mal edileceği açıktır. Bunu çok iyi bilen Batı, İslam’a karşı mücadelesini, yine İslam’ın içinden devşirdiği ve örgütlediği tekfirci, radikal ve saptırılmış sözde cihatçı akımlar eliyle yürütmektedir. Bu türden guruplar, İslam dünyasına yönelik sosyolojik saldırıların iç bileşenleridir.

İslam’ın özü ve hakikati ile bağdaşmayan, sadece İslam’ı araçsallaştıran bu patolojik akımların işlevi, İslam’ın jeopolitiğini, kendi cephesinden manipüle etmekten ibarettir. Sözde İslam adına savaşarak (!) Batı’nın “büyük boy İslam dayanışmasını” önleyici savaşını meşrulaştıran rollerle ortaya çıkan bu ajan guruplar, İslam dünyasında “hangi İslam krizini” şiddetlendirmektedir.

Oryantalistler bu damardan girerek, tekfirci temsilleri yaygınlaştırmakta, Müslümanlara birbirlerini tekfir ettirmek için son derece etkili sosyolojik operasyonlar gerçekleştirmektedir. Bu operasyonların fonksiyonu ise, aynı din mensuplarının birbirlerini karşılıklı olarak dışlamaları, ayrışmaları ve daha da kötüsü kendi aralarında çatışmalarıdır.

Afganistan’ın böyle bir tuzağa düşürülmesi için var güçleri ile çalışanlara karşı, itikadileştirilmiş göreli, bağlamsal, dönemsel ve kişisel yorumlar değil, Kur’an ve Hz. Peygamberin sünneti temel alınarak, sosyolojik süreçler bütünleşme doğrultusunda yönetilmeli, her türlü provokasyonlara gelinmemelidir.

Hangi İslam krizinin diğer bir boyutu da İslam’ın değişmez diyânî boyutu ile pratiklerinin tarihi oluşunun birbirinden ayırt edilememesi sorunudur. Fıkıh pratiklerinin, toplumun sürekli değişim içinde olan doğasından kaynaklanan tarihiliğini, günümüzde de geçerli diyânî hükümler olarak kabul etme anlayışıdır. Günümüzde İslam fıkhının uygulamalarını yansıtan tarihi süreç uğradığı kesintilerle, canlı bir hukuk düşüncesi ve pratiği oluşturamamıştır. Elde müracaat edilecek tarihi pratikler vardır ki, bu pratiklerin günümüz toplumlarına İslam hukuku olarak uygulanması, uygulamanın hem tarihiliğini gözden kaçırmaya yol açmakta, hem de tarihi pratiklerin İslam hukuku olarak dayatılmasına yol açmaktadır. Mesela adalet İslam’ın değişmez bir ilkesidir. Tarihi hukuki pratikler bu ilke ile bağlıdır. Yoksa tarihi pratikler bütün devirler için bağlayıcı değildir. Yani tarihidir, diyânî değildir. Tarihilik ile toplumsal süreçler bağlamında üretilen, göreli, beşerî ve tarihsel fıkhi içtihatları kastediyoruz. Diyânî hükümleri değil.  Çünkü tarihi içtihatların itikadileştirilmesi, bunların günümüz toplumlarına şeriat hükümleri olarak dayatılmasına yol açmaktadır ki, Afganistan’ın kötü bir örnek durumuna düşürülmesinde bu itikadileştirme kullanılacaktır.

İkinci Vazife: İslam’dan Üç Temel Sapmanın Önlenmesi

İslam dünyasının kendi içinde yaşadığı dayanışma krizleri, tarihi süreç içinde yaşanan üç tür sapma/çatışma temelinde gelişmiştir: (1) Adalet-i mahza-adalet-i izafiye çatışması; (2) Hilafet-saltanat çatışması ve (3) Din-milliyet çatışması.[28]

Bu üç tür çatışmanın temel karakteristiği, bizatihi Müslümanların, yine bizatihi İslam ile çatışmasıdır. Dolayısıyla da bir medeniyet içi çatışma olarak Müslümanların etnik ve mezhep kimlikleri bağlamında kendi kendileriyle savaşmasıdır.

Bu üç tür çatışma, İslam toplumlarının içinde bulunduğu dayanışma krizlerinin sosyolojik süreçlerini beslemektedir. Bu üç sapmanın ağına düşürülen ve dayanışma yeteneği köreltilmiş Müslüman toplumlar, gerçekte Batı jeopolitiğinin kurguladığı emperyalist statükoya süreklilik kazandıran en önemli bileşenlerden birini oluşturmaktadır. Bu gerçeğin en acı misali Afganistan’da yaşanmıştır.

“Sosyolojik savaş” kavramı bağlamında bu üç çatışmayı analiz ettiğimizde, İslam toplumlarının tarihi süreç içinde adalet-i mahzadan adalet-i izafiyeye; hilafetten saltanata, İslam milliyeti ekseninden, ulus eksenine kayması için yoğun sosyolojik saldırılara maruz kaldığını söyleyebiliriz. Bu saldırılar günümüzde de Suriye, Irak’ta olduğu gibi özellikle de Afganistan’da şiddetlenmiş bulunmaktadır.

Batı jeopolitiğinin gerek sosyolojik savaş safhası ve gerekse önleyici sosyolojik savaş safhasında gerçekleştirdiği sosyolojik operasyonlar, Müslüman kimlikler üzerinde İslam’dan bu üç ana sapmaya yol açmış ve bu kimlikleri dayanışma krizine sürüklemiştir. Böylece Müslümanlar, el ele verip sorunlarla mücadele edecekleri yerde, geçirdikleri bu dayanışma krizi ile birbirlerine saldırmaktadırlar.

Adalet-i mahza-adalet-i izafiye, hilafet-saltanat ve din-milliyet kavramlarının kısaca açıklanması, bu üç sapmanın hâkim olacağı bir Afganistan yapılanmasında orta ve uzun vadede ne kadar yıkıcı olacağının ve insanlığın bilincinde nasıl bir İslam algısını inşa edeceğinin anlaşılmasında ufuk açıcı olacaktır.

Adalet-i Mahza-Adalet-i İzafiye Çatışmasının Önlenmesi

Adalet-i mahza, salt adalet demektir. Adalet-i mahza tektir. Sadece adalettir. Adalet-i mahza, ne bir ırkı ne bir zümreyi ne bir şahsı veya ideolojiyi temel almayan, salt insanı ve o insanın hak ve hukukunu temel alan bir adalet anlayışıdır. Salt hakka ve hukukun üstünlüğüne izafe edilir. Adalet-i mahza’da paradigma, bizatihi adaletin kendisidir. Adalet başka bir şeye değil, her şey adalete görelidir.

Adalet-i mahza, insanların hukuku yanında hayvanların, bitkilerin ve hatta cansız varlıkların, yani ekolojik düzenin hukukuna da şamildir.

Kısaca verilecek hüküm, kişilerin cinsiyetine, ırkına, etnisitesine, dinine, zümresine ve ideolojisine göre farklılaşmaz. Tek bir hüküm verilir. O hüküm de adalet adına verilir ve salt adaleti temsil eder.

İslam’da, bireysel ilişkilerin, toplumsal yapının ve işleyişin merkezinde adalet-i mahza vardır. Adalet-i mahzanın hâkim kılındığı bir toplumda, fertler alt kimlik dayanışmasına ihtiyaç duymazlar. Bilakis adalet-i mahzanın hakimiyetinin bulunmaması, toplumlarda, alt kimlik dayanışmalarını şiddetlendirir.

İzafi (göreli) adaletin kaynağı ise, tek değildir. Çünkü adaletin izafe edileceği sonsuz sayıda paradigma olabilir: Irk, etnisite, çıkar, ideoloji, diktatör, zümre gibi… Adalet bunlara görelidir. Bu adalet anlayışı İslam’ın adalet anlayışına zıttır. Adaletin siyasete, ırka, zümreye, çıkara, diktatöre vs. görelileşmesi; bunlardan birinin merkeze alınması, İslam’ın adalet anlayışından, İslam’dan sapmadır. İslam’a karşı yöneltilen en etkili sosyolojik saldırı, Müslümanların içinden adalet-i izafiyeyi hâkim kılmak, dolayısıyla bu sapmayı temsil eden ihtilalci topluluklar, örgütler oluşturmaktır.

Afganistan’a yöneltilen en yıkıcı sosyolojik saldırılardan birinin, adalet-i izafiyeyi temsil eden bir yönetim anlayışının yapılandırılması olacaktır. Böyle bir yapılandırmanın, insanlığın bilincinde nasıl bir İslam imajı inşa edeceğini görmek gerekir.

Eğer bir toplum, merkeze bir ırk veya ideolojiyi koyarak, bunları adalette belirleyici yapar ve adalet mekanizmasını bunlara izafi olarak yapılandırırsa, yasaları bunlara göre üretirse, adalet-i mahza, yani sırf adalet gerçekleşmez. Toplum ve bireyler bu tür bir adalet anlayışı ile zulmeden ve zulme uğrayan olarak iki kategoriye ayrılırlar. Bu toplum Müslüman bir toplum ise, adalet-i mahzayı terk edip adalet-i izafiyeye yönelmiş ise, İslam’dan sapmış ve hatta İslam ile çatışmaya başlamış demektir. Toplum kesimlerini zulmeden ve zulme uğrayan olarak kamplaştıran bu sapmanın yol açacağı İslam imajına müsaade edilmemelidir.

İnsan, yaratılışı itibariyle ancak adalet-i mahza ile tatmin olabilir. Adalet-i izafiye insanları bir yandan zulme, öte yandan isyana sevk eder. Toplumu, adalet-i mahza isteyenlerle, adalet-i izafiyeyi uygulayanlar arasında statükoyu koruma-değiştirme gerilimine sürükler. Eğer adalet, bir ırka izafi hale gelmişse, farklı kökenli insanların ırki köken etrafında tersten kimlik inşasına ve dayanışmasına ve etnik çatışmaya yol açar. Adalet bir ideolojiye izafe edilmiş ise, adalet o doğrultuda siyasallaşır ve bir ideolojik denetim mekanizmasına dönüşür; mahkemeler, hukuka değil, ideolojiye uygunluk denetimi yaparlar.

Adalet-i izafiye, nisbi (bağlı) adalet olduğu için, toplumlar adaletin nispet ve izafe edildiği merkez özneler arasında el değiştirir durur. Toplumun örgütlenmesinin merkezinde bir diktatör varsa, başka biri gelir, diğerinin yerini alır; bir ideoloji varsa, başka bir ideoloji onun yerini alır. Bir ırk merkezi ele geçirir, diğer ırka karşı adalet-i mahzadan uzaklaşır. Böylece merkezdeki bu değişimlere göre, adalet de dönüşecektir.

Kur’an kıssalarında, bir yandan toplumları kendi otoritelerine izafi hale getirmiş despot modellerinden, öte yandan bir despota göreli hale gelmiş toplum modellerinden bahsedilir. Birey ve toplumlar üzerinde sulta oluşturanlar kendilerini birey ve toplumların rabbi olarak görmektedirler.  Birey ve toplumlar da bu despotları rab edinmişlerdir.

Kur’an’daki Firavun ve Nemrut modelleri, insanlar üzerinde kendilerini ve iktidarlarını merkezileştiren bir sulta kurmuş modellerdir. Dolayısıyla da yönetimi, adaleti kendilerine görelileştirmiş, izafi hale getirmiş modellerdir.

Örneğin Firavun modeli, birey ve toplum üzerinde tam bir tahakküm kurmuştur. Firavun, birey ve toplumu kendi çıkarlarına, hazlarına ve otoritesine göreli bir şekil ve kalıba döken bir saltanat öznesidir. Kendini rab ilan etmiştir. Bütün sistem Firavun merkezlidir ve her şey Firavun(a) göre şekillenmiştir. Öğrenilmiş çaresizlik bütün toplumu kuşatmıştır. Hz. Musa Firavun’a giderek, Firavun’u ve ona tabi olanları Allah’a iman etmeye ve O’na kul olmaya davet etmiştir. Davetini, despotik statükonun öznesine (Firavun’a) ve nesnesine (topluma) yöneltmiştir. Firavun, bu daveti kabul etmemiştir. Ancak bu davet, Firavun’un nesnesi olmuş toplumda değişimin fitilini ateşlemiştir. Firavun merkezli statükoyu tehdit eden sosyolojik bir süreç başlamıştır. Statüko-değişim gerilimi, Firavun’un helaki ile sonuçlanmıştır.

Sistematik olarak ve keskin çizgilerle belirgin şekilde algılanmasa da toplumlarda yaşanan bütün gerilimlerin altında, sözünü ettiğimiz adalet-i mahza/adalet-i izafiye çatışması yer almaktadır.

Bir devletin yapılanmasında, önemli olan merkezde adalet-i mahzayı temsil edecek bir yönetim öznesinin bulunmasıdır. Bu bağlamda karşılaştırdığımızda, Firavun’un sarayı ve otoritesi ile Hz. Süleyman’ın sarayı ve otoritesi arasındaki fark, adalet-i izafiye ile adalet-i mahza arasındaki farktır.

Afganistan’ın yeniden yapılandırılmasında, adalet-i mahza mı, adalet-i izafiye mi temel alınacaktır? Dahası, Afganistan’ı yeniden yapılandıracak aktörlerin dünyasında, adalet-i mahza; adalet-i izafiye gibi bir olgu hakkında bir farkındalık var mıdır?

Hilafet-Saltanat Çatışmasının Önlenmesi

Günümüzde İslam’ın birçok kavramı gibi hilafet kavramı da çarpıtılmıştır. Hilafet salt siyasal bir kavram olarak algılanmakta, Batı’daki teokrasinin karşılığı olarak tanımlanmaktadır. Bu algı ve tanımlama doğru değildir.  Çünkü İslam’da ruhban, dolayısıyla da ruhban saltanatı, ruhbana izafi bir hukuk sistemi veya siyasi sistem söz konusu değildir.

Öte yandan hilafet, İslam’da insanla alakalı ontolojik bir kavramdır. Çünkü insan halife-i arz olarak yaratılmıştır. Her insanın yaratıcı ile ilişkisi Rab-kul; birbirleriyle ilişkisi ise kul-kul ilişkisidir. Hiçbir insan diğer insanlarla rab-kul ilişkisi kuramaz. Aksi halde, bu ilişkiyi kuranlar yaratıcıya şirk koşmuş olurlar. İslam’da hem kul üzerinde rab’lik iddia etmek, hem de kulu rab kabul etmek, kula kul olmaktır ve şirktir.

İnsan bilim ve teknoloji alanında “tekvinî kanunlar”a (yani varlığın yaratılışı ile ilgili kanunlar, tabiat kanunlarına) riayet ederek ilerlediği gibi, tutum ve davranışlarında ve bitki, hayvan ve insanlarla ilişkilerinde de “teklifî kanunlar”a (İslam’ın insana yüklediği mükellefiyetlere, ahlaka ve hukuka) riayet etmekle mükelleftir. Bu mükellefiyete riayet etmediği zaman, insanın bizatihi kendi içinde bir duygunun saltanatı oluşur. Yani, insan kendi nefsini rab edinerek, nefsinin kulu haline gelir. Bu iç saltanat, o insanı dış dünyadaki ilişkilerinde bir saltanat ve tahakküm öznesi haline getirir. Artık, o insan sultası altına girdiği duyguya bağlı olarak davranış modelleri üreten bir varlık haline gelmiştir. Saltanat ve tahakküm öznesi haline gelmiş insanların diğer insanlarla ilişkileri ise kul-kul ilişkisi değil rab-kul ilişkisine dönüşür. Yani, insanlar Allah’ın kulu olarak bütün kullardan özgürleşmek yerine, kulların kulu haline gelirler.

Bu durum sadece bireyler için değil toplumlar için de geçerlidir.  Mesela, bir insan diğer insanlarla ilişkisinde, kendi çıkarını, kendi gücünü, kendi hazlarını merkeze alarak ya da bir grup insan bu merkezde çıkar ve güç birliği yaparak diğer insanlar üzerinde tahakküm vaziyeti alır. Devleti, siyaseti, kurumları ve özellikle de adalet kurumlarını ele geçirerek, kendi çıkarını, otoritesini devlet, siyaset ve adalet diye dayatır. Zulüm örgütlü ve sistematik bir boyut kazanır.

Halife-i arz olan insan, izafi hukuka değil, objektif hukuka rıza gösterir. Yönetimde despotik iradeye değil, liyakate; istişare/meşveret ile ortaya çıkan ortak akla tabi olur. Aksi takdirde, bir halife-i arz değil, saltanat nesnesi konumuna düşer.

Halife-i arz olma sorumluluğu, sadece bireyler için değil, toplumlar için de geçerlidir. Yönetimler de halife-i arz olmakla mükelleftir.  Bu mükellefiyet çerçevesinde kaldıkları sürece, bu sıfata sahip olurlar. Aksi halde, bu sıfatı yitirirler ve hangi paradigmayı (ırk, zümre, çıkar, ideoloji, kişi) temsil ediyorsa, o paradigmanın saltanat öznesine dönüşürler.

İşte tarihsel İslam’da hilafet-saltanat çatışması; İslam’dan bir sapmadır. İslam dünyasının dayanışma krizlerinin sebeplerinden birisi de bu sapmadır. İslam düşmanlarının en fonksiyonel sosyolojik silahlarından biri, İslam dünyasında hilafet-saltanat çatışmasını kışkırtmaktır. Günümüzde artık, hilafet saltanat çatışması sona ermiş, bütün İslam toplumlarında saltanat hâkim kılınmış; saltanat-saltanat çatışmaları yaşanmaktadır.

Saltanat öznelerinin ve İslam toplumları üzerinde sulta kurmuş yöneticilerin, küresel statüko güçleri ile iş birliği ve bu güçlerin vekalet iktidarına dönüşmeleri kaçınılmazdır. Statükoya karşı oluşumlar yerelde bu iktidarlarla denetim altına alınmaktadır.

Afganistan’ın yeniden yapılandırılmasında, İslami anlamda hilafet mi, yoksa saltanat mı temel alınacaktır? Dahası, Afganistan’ı yeniden yapılandıracakların İslam’dan sapma olan saltanat kurma hatasına düşmeyelim diye bir kaygıları var mıdır? Yoksa, “A.B.D. yi yendik, İslam’ı biz temsil ediyoruz” diyerek ve kendilerini meşru bir merkezi otorite kabul ederek, tam da işaret ettiğimiz saltanatı temsil eden bir yapılanmaya mı gidilecektir?[29]

Din-Milliyet Çatışmasının Önlenmesi

İslam’ın temel aldığı kavramlardan biri de din kavramıdır. İnsanlar, her durumda üç seçenek ile karşı karşıya bulunurlar: İfrat, tefrit ve itidal…

İfrat, haddini yani meşru sınırı aşmak, başkasının hak sınırlarına tecavüz etmek anlamına gelir. Meşru haklarını dahi koruyamama, tefrit tutum ve davranış özelliğidir. İtidal ise, kişinin ne ifrata ne de tefrite düşmesidir. Kimsenin hakkına tecavüz etmeme; kendi hakkını ve meşru çıkarlarını da koruma tutumudur.

İşte, İslam’da din kavramı “sırat-ı müstakim” (Dosdoğru yol.) olarak ifade edilen itidal tutumu temsil etmektedir.

İfrat, tefrit ve itidal tutum ve davranışlar, bireysel hayatın günlük akışı içinde çok çeşitli alanlarda ortaya çıkmaktadır.

Milliyet kavramı da ifrat, tefrit ve itidal boyutlarında anlam kazanabilir. İslam, milliyet konusunda da sırat-ı müstakimi temsil eder. İslam, milliyeti kabul eder. İnsanların ve toplulukların etnik şuurunu ve aidiyetini yok etmez. Çünkü milliyet daha önce de belirttiğimiz üzere fıtri, ontolojik bir hakikattir. Ancak, bu şuurun ve etnik ben algısının merkezileşmesini ve milliyetin başka milliyetlere tahakküm aracı ya da başka milliyetlerin tahakkümü altına düşme sebebine dönüştürülmesini kabul etmez.

İslam toplumlarında, müspet olmayan menfi (dışlayıcı) milliyeti esas tutan anlayış, İslam’dan sapmadır ve bu sapmayı temsil edenler, milliyet ekseninde birbirleri ile çatışırken, aslında aynı zamanda İslam ile çatışmaktadırlar.

Küresel statüko güçlerinin İslam’a yönelttikleri sosyolojik saldırılarda kullandıkları en yaygın olgu, İslam dünyasında yaşanan din-milliyet çatışmalarıdır.  İslam’ın meşruluk çerçevesi içinde bulunmayan bir milliyet anlayışı, yol açtığı dayanışma krizleri ile yerel ve küresel statükoyu koruyan, değişimi önleyen fonksiyonel bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.

Westphalia sürecinin getirdiği ulus bağlamı, ulusüstü bir dayanışma çerçevesi olan İslam’ı Osmanlı’nın dayanışma bağlamı olmaktan çıkarmıştır. Osmanlı bu bağlam değişimi ile yıkılmıştır. Aynı şekilde, İslam dünyasında da dayanışmayı bağlamsallaştırmada ulus, kabile, mezhep gibi alt kimlikler etkinleştirilmiştir. Afganistan bunun canlı bir örneğidir. Büyük boy bir dayanışma ile yeniden bütünleşmeyi önleyen alt kimlik dayanışmaları, din-milliyet çatışması olup, İslam’dan bir sapmadır.

Afganistan’ın yeniden yapılandırılmasında, İslam’ın meşru gördüğü milliyet anlayışı mı, yoksa İslam’dan sapma olan menfi milliyet anlayışı mı temel alınacaktır? Dahası, Afganistan’ı yeniden yapılandıracakların İslam’dan sapma olan menfi milliyeti temel alma hatasına düşmeyelim diye bir kaygısı var mıdır? Yoksa, “A.B.D. yi yendik, İslam’ı biz temsil ediyoruz” diyerek ve kendi milliyetlerini meşru bir merkezi otorite kabul ederek, tam da işaret ettiğimiz menfi milliyeti temsil eden bir yapılanmaya mı gidilecektir?[30]

Sonuç

Görüldüğü üzere Afganistan tarihi, kültürü ve coğrafyası ile bölgesel ve uluslararası güç denkleminde her zaman yer almış ve gelecekte de yer alacak bir konumdadır. Bu durum, Afganistan’ı içerde ve dışarda kesintisiz olarak siyasi, sosyolojik ve askeri müdahalelere açık bir hale getirmektedir. Özellikle siyasi ve sosyolojik müdahalelerin, Afganistan’ın yapılandırılması ve yönetiminde başrolü bulunanları hedef alacağı her daim göz önünde bulundurulmalıdır. Bu sebeple, olarak Afganistan’ın yeniden yapılandırılmasında A.B.D.nin Afganistan’dan çekilmesinin baş kahramanı olarak tanımlanan Taliban, yukarıda dikkat çektiğimiz manipülasyonlarla Afganistan’ın şahsında İslam’a karşı yürütülen sosyolojik savaşın bir iç bileşeni olma rolüne düşebilir.

Yukarda da işaret ettiğimiz, geçmişteki toplumsal süreçler bağlamında üretilen, göreli, beşerî ve tarihsel fıkhi içtihatları itikadileştirmiş ve günümüz toplumlarına şeriat hükümleri olarak dayatacak bir anlayış temelinde gerçekleştirilecek bir yeniden yapılandırma, doğru İslam krizinin aşılmasında önemli bir engeldir.

İslam, Afganistan’da yukarıda işaret ettiğimiz hem İslam’dan üç sapmayı ve hem de “hangi İslam krizini” besleyen bir yönetim anlayışının “İslam” olarak servis edilmesi gibi bir komplo ile karşı karşıya bulunuyor.

İslam’ın farklı kimlikler arasında katalizör etkisi tartışılamaz. Bu etki, insanın varoluşa dair hakikatini halife-i arz olarak tanımlaması; adalet-i mahza ve milliyetin meşru çerçevesi ile oluşmaktadır. Bu üç temel üzerine yükselen İslam’ın katalizör etkisi, tıpkı farklı iki cins insanın izdivacı gibi, farklı kimlikler arasında ezvaca yani eşleşmeye, çift olmaya yol açmaktadır. İslam’dan bu üç temelde sapma ise, ezdada yani zıtlaşmaya, boşanmaya, ayrılmaya yol açmakta; İslam’ın katalizör etkisini ortadan kaldırmaktadır.

İslam’ın katalizör özelliği, İslam’ı temsil eden bir milleti, devleti de katalizör etkisine kavuşturacaktır. Günümüzde bir dayanışma krizinin pençesinde kıvranan İslam dünyasının en büyük ihtiyacı, böyle katalizör etkisi olan bir kimlik etrafında yapılanmaktır. Afganistan bu anlamda önemli bir sınav olacaktır.

İslam’a göre bir halife-i arz olan insan, bu var oluş anlamını kaybettiğinde, çıkar ve haz odaklı bencil bir varlığa dönüşmektedir. Bu dönüşüm, insanı ve toplumu adalet-i mahza öznesi olmaktan çıkarıp, adalet-i izafiye öznesine dönüştürmektedir. Bu ise, saltanatı ve etnisiteyi tetiklemektedir. Bu üç faktörün sarmalı, toplumu kaosa sürükleyen bir bataklığa dönüştürmektedir. Afganistan’a bu kaos defalarca yaşatılmıştır ve tekrar yaşatılmak istenmektedir.

Günümüzde genelde İslam dünyasının yaşanan ve artık olağanlaşmış olan dayanışma krizi, özelde kurulan devletin İslami kimliğini öne çıkaran Afganistan’da dikkatle izlenmektedir. Bu krizi aşamayacak bir Afganistan’ın şahsında, İslam’a ağır bir fatura kesilmek istenmektedir. Yeni dönemde aynı dayanışma krizlerinin yaşanmasına elverişli bir yapılanma için, Afganistan’a karşı sosyolojik manipülasyonlar yoğunlaştırılmış bulunmaktadır.

Artık büyük resim görülmelidir. İslam dünyasının merkez ülkesi olan Osmanlı, bu üç çatışma/sapma ile parçalandığı gibi, Türkiye’de iki temel unsuru teşkil eden Türkler ve Kürtler arasındaki ilişki de sözünü ettiğimiz bu üç sapmanın canlı, tipik bir örneğidir. Keza Afganistan’da geçmişte yaşanan iç çatışmaların da bu üç sapmadan kaynaklandığı görülmeli ve gerekli dersler çıkarılmalıdır.

Adalet-i mahza, İslam’dır; adalet-i izafiye, İslam’dan sapmadır. Hilafet İslam’dır; saltanat, İslam’dan sapmadır. İslam milliyeti İslam’dır; kavmiyetçilik/menfi milliyet İslam’dan sapmadır. İslam dünyasındaki sosyolojik süreçler, İslam ile İslam’dan bu üç sapma arasındaki gel-gitlerle deveran etmektedir. Artık bu gerçekler görülmeli ve Afganistan’ın yeniden yapılandırılmasında bu üç sapma itina ile dikkate alınmalıdır.

Afganistan’ın yeniden yapılandırılmasında, İslam’ın istişare ve liyakat ilkeleri çerçevesinde hareket edilmelidir. İstişare ilkesi, Taliban uleması ile sınırlı olmamalıdır. Bütün Afgan ulemasının ve hatta İslam dünyasından ehil İslam uleması yanında, siyaset bilimci, ekonomist, toplum bilimci ve hatta pozitif bilimlerde uzmanlaşmış ulemanın oluşturduğu bir istişare heyeti tarafından yerine getirilmelidir.


[1] Sosyolojik Savaş Kavramı ile ilgili ayrıntı için Bknz. ÇAĞLAYAN, Yusuf, Sosyolojik Savaş-Jeokültür, Jeopolitik, Jeogüvenlik, Çağlayan Kitap, Ankara 2022.

[2] KAZU, İbrahim Yaşar, Sadık GÜLECEN (2008). “Afganistan Eğitim Sisteminin İncelenmesi”, Doğu Anadolu Bölgesi Araştırmaları. Akt. content (erbakan.edu.tr)

[3] (PDF) Afganistan: Asya’daki Stratejik Çıkmaz | Mervenur Lüleci Karadere – Academia.edu)

[4] Yavuz Selim, Afganistan ve Dostum, Ankara: Hiler Yayınları, 2004, s. 38. Akt.  18. Y__zy__ldan G__n__m__ze Kadar Afganistan_____n__Jeostratejik __nemi[#392259]-421919.pdf

[5] I. Hindistan-Pakistan Savaşı – Vikipedi (wikipedia.org)

[6]18. Y__zy__ldan G__n__m__ze Kadar Afganistan_____n__Jeostratejik __nemi[#392259]-421919.pdf

[7] Afganistan_ B__lgesel Rekabet ve Yeni A____l__mlar[#99182]-84515.pdf

[8] 18. Y__zy__ldan G__n__m__ze Kadar Afganistan_____n__Jeostratejik __nemi[#392259]-421919.pdf

[9] 74110459-4e39-45e6-a16b-e553b2207ca4.pdf

[10] AFGANİSTAN – TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)

[11] A.g.Kaynak.

[12] AFGANİSTAN – TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)

[13]File:///C:/Users/90506/Desktop/AFGAN%C4%B0STAN/OKUNDU/18.%20Y__zy__ldan%20G__n__m__ze%20Kadar%20Afganistan_____n__Jeostratejik%20__nemi[%23392259]-421919.pdf

[14]Afgan mücahitler – Vikipedi (wikipedia.org)

[15] Taliban: Afganistan’da 20 yıl sonra yeniden kontrolü sağlayan örgüt nasıl kuruldu, bugünlere nasıl geldi? – BBC News Türkçe

[16] A.g. Kaynak

[17] 74110459-4e39-45e6-a16b-e553b2207ca4.pdf

[18] AKÇAY, Engin ve Erkan Ertosun, Mahmut Akpınar, (Editörler) Dini Jeopolitik Yaklaşımıyla Ortadoğu, Akçağ Yayınevi, Ankara-2013.

[19] KARAGÜL, İbrahim, Yüz Yıllık Kuşatma, Fide Yayınları, İstanbul: 2005.

[20] FRIEDMAN, George, Gelecek 10 Yıl: Neredeydik… Nereye Gidiyoruz, çev. Tayfun Törüner, Pegasus Yay., İst.: 2011, s. 276.

[21] YILDIZ, Ahmet, Ulus Devletin Bunalımı-Federalizm ve Kürt Meselesi, Etkileşim Yayınları, İstanbul: 2010, s. 19.

[22] ÇAĞLAYAN, Yusuf, Sosyolojik Savaş-Jeokültür, Jeopolitik, Jeogüvenlik, Çağlayan Kitap, Ankara 2022. s.79-80

[23]BİLGİN, Vecdi, Sosyal Çözülme ve Din, Etüt, Samsun: 1997, s. 16

[24] KARAGÜL, İbrahim, Yüz Yıllık Kuşatma, Fide Yayınları, İstanbul: 2005, s. 9.

[25] ÇAĞLAYAN, Yusuf, Sosyolojik Savaş-Jeokültür, Jeopolitik, Jeogüvenlik, Çağlayan Kitap, Ankara 2022. s.329

[26] NURSİ, Bediüzzaman Said, Muhakemat, Söz Basım Yayın, İstanbul: Mayıs, 2012, s.59-60

[27] A.g.e. s.59-60

[28] Nursî, NURSİ, Bediüzzaman Said, Mektubat, Söz Basım Yayın, İstanbul: Mayıs, 2007,  s. 85-88.

[29] Hilafet-Saltanat Çatışması için Bknz. Nursî, NURSİ, Bediüzzaman Said, Mektubat, Söz Basım Yayın, İstanbul: Mayıs, 2007,  s. 85-88.

[30] Müspet ve Menfi milliyet ayrımı için Bknz. NURSİ, Bediüzzaman Said, Mektubat, Söz Basım Yayın, İstanbul: Mayıs, 2007, s.435-458

İlgili İçerikler

Son Yazılar