Tarihsel boyutu ile “Hintli” kavramı ve Hindistan’ın vatandaşlık yasası düzenlemesinin handikapları

Paylaş

*Prof.Dr. Abdulhamit BİRIŞIK – Öğretim Üyesi

Bir kıta büyüklüğünde olan Hindistan, tarih boyunca pek çok ırkın ve devletin ilgi alanı içerisinde olmuştur. Tarihe baktığımızda milattan önceki dönemlerden başlayarak dünyanın birçok bölgesinden insanların çeşitli yolları kullanarak bu bölgeye yerleştiği ya da savaş yoluyla Hindistan’ı ele geçirmeye çalıştığı görülür. Türklerin bölgedeki etkisinin m.ö. 2500 yıllarına kadar gittiği söylenir. Pers komutanı Darius’un (m.ö. 522-486) Hindistan’da hakimiyet kurduktan sonra uzun bir süre ülkenin bir kısmını egemenliği altında tuttuğu bilinmektedir. Darius’un hakimiyetini Büyük İskender sona erdirmiştir. Makedonyalı Büyük İskender’in (m.ö. 356-323) Balkanlar’dan çıkıp 12000 km kadar yol kat ederek Hindistan’a kadar gelmesi ve birçok yerini hakimiyeti altına alması dikkat çekicidir. Daha da önemlisi hem Türkler, hem Persler hem de Makedonlar içinde temsil edilen birçok ırka, dine ve millete ait irili-ufaklı gruplar gelip Hindistan’a yerleştikten sonra burasını terk edemeyip Hindistan sınırları içinde kalmış ve birkaç bin yıldır buradaki diğer halklarla kaynaşmışlardır. Öz kimliğini, örf ve adetlerini koruyabilmiş küçük Türk, Pers ve Makedon gruplarının halen bölgede var olduğu da bilinmektedir. Mesela şu anda hem Afganistan hem de Pakistan’da bulunan Şii Hazaralar’ın aslen Cengiz Han’ın Moğol askerlerinden ya da Büyük İskander’in milletinden geriye kalanlar ile diğer ırkların karışmasından meydana geldiği iddiaları bulunmaktadır.[1] Pakistan’ın Hunza Vadisinde yaşayan Hunzalıların aslen Hun Türklerinden olduğu da bilinmektedir. Ayrıca Keşmir’de ve Gilgit bölgesinde de farklı ırklardan küçük gruplar bulunmaktadır. Bunlardan Hindistan’da yaşayanlar da vardır. Bölgede İskender ve Skender adının yaygın olması da tesadüf değildir.

Özellikle Orta Asya kavimleri hep Hindistan ile ilgili olmuşlardır. Milattan önce de bu bölgeye gelen burasını yurt tutan Orta Asya menşeli halkların ve bazı Türk kavimlerinin olduğu bilinmektedir. Bu sebeple şu anki Hindistan devleti sınırları içerisinde çok sayıda milletin varlığı konuşmuş olduğu çok sayıdaki dil ve yüzlerce lehçeden de anlaşılmaktadır. Konuyla ilgili yapılan bir çalışmada şöyle denilmektedir:

Çeşitli Türk kavimlerinin Hindistanla olan ilişkileri çok erken tarihlerde başlamıştır. M.Ö. III. yüzyılda Mauriya Hanedanı çökünce Hindistan’da Şak ve batıda İskit (adını taşıyan Orta Asyalı Türk boyu Hindistan topraklarına geçerek yerleşmişler ve “Hint-Saka” adlı devletin esasını oluşturmuşlardır. Hint-Saka devletinin ünlü hükümdarı olan Maues ile oğlu Az’ın iktidarı esnasında devlet sınırı Keşmir’in güneyine doğru uzanmıştır

Hindistan’da özel bir sosyal tabaka oluşturan Racputların teşekkülünde Orta Asyalı Saka, Kuşan ve Hun Türklerinin etkisi büyüktür. Racput topluluğunun oluşumuna yaptıkları bu etki doğrudan değilse bile, söz konusu süreçte özel bir yeri olduğu yadsınamaz. Babur Şah’ın seferleri gibi Sakaların da Hindistan topraklarında hâkimiyetlerini kurmaları, eskiden Doğu Türkistan’da yaşayan Yüe-Çi aşiretinin baskısından kaynaklanmış olabilir. Orta Asya’nın yerlisi sayılan Sakaların bir parçası işgalci kabilelere tabi kalmışlar, diğer bir bölümü ise güneye doğru göç etmişlerdir.[2]

Keşmir asıllı antropolog Dr. Javaid Rahi, Keşmir üzerine araştırma yapan araştırmacılardan biridir. Hindistan Keşmir’inde yaşayan Gujjarların asıl itibariyle Türk olduklarını ispat eden bir kitap[3] yazarak Türklerin bölge ile olan ilgisini net bir bilgi olarak göstermeye çalışmıştır. Türklerin Hindistan’ın dini ve kültürel hayatındaki etkisini daha da ileri boyuta taşıyan Gene D. Matlock[4], gibi yazarların kaleme aldığı ve “Ey Dünya İnsanları Hepiniz Türksünüz” diye çevrilen fantastik eserleri bir yana bırakıp ayağı daha fazla yere basan bilimsel araştırmalara bakılacak olursa Orta Asya kavimlerinin bölge ile olan ilişkisinin hiç de yabana atılacak türden olmadığı görülecektir. Zaten Gazneli Mahmud ile miladi 900’lü yılların sonundan itibaren çok büyük bir Türk ve Orta Asyalı nüfus gelip Hindistan’a yerleşmiş ve burasını on asırdır kendilerine yurt edinmişlerdir.

Meseleye din ve inanış nokta-i nazarından bakacak olursak Hinduizm, Budizm ve Jainizm kadar İslam’ın da bu bölgedeki tarihinin çok eski olduğunu söyleyebiliriz. Üstelik Müslümanların az bir kısmı Hindistan coğrafyası dışından gelerek buraya yerleşmiş kişilerden ve ailelerden oluşmaktadır. Zira Müslümanların büyük çoğunluğu daha önce Hindu, Budist ya da başka bir yerli dine mensup iken Müslümanların ılımlı dini anlayışları sebebiyle İslâm’ı seçen ve bu dinin bölgeye hakim olması için çalışan kimselerdir. Bazı kereler bu İslamlaşma büyük topluluklar halinde olmuştur. Bugün mesela Hindistan ve Pakistan tarafından paylaşılan Pencab bölgesinde (eyalet) özellikle aynı ırktan gelen üç ayrı din mensubu vardır. Bunlar Müslümanlar, Hindular ve Sihler. Bu üç din mensubu da bir zaman önce aynı ailelerden idiler. Bu bölgede yaşayanlardan bir kısmı kendi inancını bırakarak Müslüman olmuş bir kısmı da Sih dini ortaya çıkınca Sihliği kabul etmiştir.

Bölgenin Müslümanlar tarafından fethi çok erken başlamıştır. Özellikle Emevi komutanı Muhammed b. Kâsım es-Sakafî’nin fetih hareketleri esnasında bölge halkına çık iyi davrandığı ve böylece bölgede gönüllü İslamlaşmanın yolunu açtı tarih kitaplarında kayıtlıdır. Ayrıca İran sahillerinden başlayarak uzak doğu sahillerine kadar pek çok yerde deniz ticareti yapan Müslümanlar o kadar iyi bir İslâm temsilinde bulunmuşlar ki gerek Hint Okyanusunun Hindistan sahillerinde gerekse Malezya ve Endonezya sahillerinde milyonlarca insan hiçbir savaş olmadan gönüllü olarak İslâm’a girmişlerdir. Hindistan’ın okyanusa sınır Kerela bölgesi de geniş bir Müslüman nüfusa ev sahipliği yapmaktadır ve tamamı binlerce yıldır burada yaşayan yerli halklardır.

Bölgenin İslamlaşmasına çok büyük katkısı olan Gazneliler İslamlaşmayı hiçbir zaman zor kullanarak yapmamışlardır. Aynı durum Gazneliler’den sonraki Türk devletleri için de geçerlidir. Özellikle Bâbürlü Hükümdarı Ekber Şah ülkede dini açıdan büyük bir serbestlik getirmiş, değil Hindulara hürriyet içinde yaşama hakkı vermek, eskiden Müslüman olan Hindu asıllı ailelerin veya kişilerin diledikleri takdirde eski dinlerine dönebileceğini de duyurmuş, kendisi de bir Hindu kadın ile evlenerek bu toleransı göstermiştir. Böyle olduğu için de bölgenin İslamlaşmasına ciddi bir katkıda bulunan ama bunu sevdirerek yapan Hoca Muinüddin Çişti’nin ölüm yıl dönümünde kabri hem Müslümanlar hem de Hindular tarafından ziyaret edilmektedir. Özetle ifade etmek gerekirse bölgeye İngilizlerin bütünüyle hakim olduğu 1857 yılına kadar Hindular ile Müslümanlar veya başka din mensupları arasında ciddi hiçbir dini problem yaşanmamıştır, küçük lokal dini problemler de muhtelif yollarla büyümeden halledilmiştir.

İngilizler 1600 yılında Doğu Hint Şirketi ile elde ettikleri ticari imtiyazdan sonra bütün çabalarını Hindistan’ı en iyi şekilde tanımak ve zaaf noktaları üzerine yoğunlaşarak onu içten çökertmek şeklinde göstermişlerdir. Bunun için her bir kesime ve din mensubuna yönelik pek çok taktik uygulamışlardır. Uzun bir zamana yayılan strateji adım adım hayata geçirilmiştir. Öncelikle bugün BJP’de etkisini gördüğümüz yeni bir Hindu kimliği inşası en öncelikli politikaları olmuştur. Bunun için Oxford ve Cambridge diplomalı iyi yetişmiş ilim ve fikir adamlarını buraya yönlendirmişler ve bölgenin tarih, kültür ve medeniyeti ile ilgili çalışmalar yaptırmışlardır. Bunu yaparken de birinci önceliği Hindu dinine ve eski Hindu medeniyetine vermişlerdir. Hint dininin tüm eski temel metinleri ve bunlara dayalı kültür ve medeniyeti ortaya çıkarılmaya ve Hinduizm yeniden tanımlanıp canlandırılmaya çalışılmıştır. Ayrıca İslâm’ın toplum üzerindeki etkisi hafifletilerek önce İslamlaşmanın önü kesilmiş sonra da daha önce Müslümanları kendi liderleri gören Hinduların Müslümanları düşman bellemesinin yolu açılmıştır. Bu dönemde kurulan Brahmo Samaj (20 Ağustos 1828) ve Arya Samaj (10 Nisan 1875) gibi yeni Hindu mezhepleri bir yandan dini fanatizmi körüklerken öte yandan da Müslümanlar ile uğraşır olmuşlardır. Hindulara yeni bir kimlik verme ve onları geçmişlerine götürme işinde bilimsel anlamda Sir William Jones’in (1746-1794) büyük bir yeri vardır. 1500’lerin ortalarından itibaren Hindistan bölgesine gelen ve zamanla bir ordu gibi çoğalan Hristiyan misyonerlik teşkilatlarının yeri de çok bellidir.

İngilizler 1857 yılında ülkeyi fiilen Birleşik Krallığa bağlayınca bu defa misyonerlik okullarında okuyan başarılı Hindu gençleri alarak Hindistan’da ve İngiltere’de iyi bir eğitimden geçirmeye ve ülke yönetiminde kullanmaya başlamışlardır. Ayrıca Müslümanlardan aldıkları veya Müslümanların bırakmak zorunda kaldıkları araziler ve imkanlar da Hindulara geçmeye başlamıştır. 1857-1947 arasındaki dönemde çok sayıda Hindu zengini ortaya çıkmış ve ciddi bir Hindu entelektüeli yetişmiştir. Devletin önemli kurumlarındaki bürokratik yapılarda da Hindular daha fazla söz sahibi yapılmıştır. Hindistan’ın 1947 yılında Hindistan ve Pakistan olarak ikiye ayrılması çalışmalarında Hindu ve Müslüman liderler birlikte çalışmış iseler de her zaman Hindu liderlerin ve siyasetçilerin gizli bir gündem içinde oldukları ve bir bakıma İngilizler ile iş tuttukları gözlenmiştir. Bunun sonucunda iki ayrı devlet ortaya çıkmış ama mirasın kıymetli ve büyük kısmı Hindulara kalmıştır. Haydarabad, Bopal ve en son olarak da Keşmir gibi Müslüman otonom devletler ortada bırakılarak Hindu Devletine yem edilmiştir. Muhammed İkbal, Muhammed Ali Cinnah ve Liyakat Ali Han gibi Batılı tarzda eğitim almış birçok Müslüman siyasetçi ayrılmadan yana tavır ortaya koyarken Ebü’l-Kelam Âzad gibi ayrılmama yanlısı az sayıda Müslüman mütefekkirin öngörüsüne itibar edilmemiş ve devlet Hindular ve Müslümanlar arasında ikiye bölünmüştür. Bu ise ileride meydana gelebilecek kavgaların fitilinin ateşlenmesi anlamına gelmiştir. Bugün Avrupa’da da bazı devletler birkaç parçaya bölünebilmektedirler. Ancak bunların bölünmesi daha az sancılı olurken iyice fanatik hale getirilen Hindular bölünmeden sonra çok büyük problemler çıkarmışlar ve çok kan akmıştır. Bu ise hem Pakistan ile Hindistan arasında bir kan davası haline gelmiştir hem de Hindistan’da yaşayan Müslümanlar kendilerini her zaman Pakistan’a gidemeyip bir Hindu ülkesinde kalmış suçlular gibi görmüşlerdir veya öyle gösterilmişlerdir.

Kanunları ne diyor ve Hindistan halk partisi ne yapmak istiyor?

İngiliz yönetimindeki Hindistan’ın ikiye bölünerek Müslümanların çoğunlukta olduğu bölgelerde Pakistan adıyla yeni bir devlet kurulması geri kalan bölgenin ise eskiden olduğu gibi India (Hindistan) adını muhafaza etmesi ile ilgili İngiliz Parlamentosu’nun çıkardığı “Indian Independence Act, 1947” adlı kanun Büyük Britanya Kralı tarafından 18 Temmuz 1947 tarihinde imzalanarak yürürlüğe sokulmuştur. Bu kanunda sadece ülkenin nasıl taksim edileceği, bazı eyaletlerin Hindistan ve Pakistan arasında nasıl bölüneceği, otonom bölgelerin nereler olduğu ve bunların geleceklerini nasıl tayin edeceği, ordunun ve diğer varlıkların nasıl taksim edileceği gibi hususlar vardı. Bu yasada mesela Hinduların Pakistan topraklarından göç edeceği, diğer yerlerde kalan Müslümanların da Pakistan’a göç edeceği, yani bunun bir bakıma mecburi olduğu ile ilgili bir madde bulunmuyordu. O tarihte dileyen dilediği yerde kalabilecek dileyen de göç edebilecekti. Nitekim yerlerinde kalanlar da oldular göç edenler de oldu. Böylece fiili bir durum meydana getirilerek belli bir zaman sonra her iki devletin vatandaşları da kendiliğinden belli olmuş oldu. 1947’den sonraki birkaç yıl içinde zaten Pakistan’a bırakılan sınırlar içerisinde kalan az miktardaki Hindu, Budist, Sih ve Jainlerin bir kısmı Hindistan’a göç ederken çok küçük gayri müslim insan kitlesi göç etmeyerek Pakistan sınırlarında kalmış oldular. Sonradan her iki devlet hazırladığı anayasa ile ülkelerinin vatandaşlık durumunu belirleyip karar altına aldılar. Bu fiili durumdan sonra yapılan en büyük yanlışlardan birisi ana yapı dışında kalan unsurların sanki başka yerlerden yakın zamanda gelen ve buraya yerleşenler gibi “azınlık” olarak kabul edilmesi olmuştur. Halbuki buralarda bulunan tüm unsurlar buraların asıl sahipleri idi ve göçmen tipi bir azınlık kavramı içerisinde değerlendirilemezlerdi. Böyle olunca Pakistan, Müslümanların dışındakileri azınlık diye tanımladı ve onlara uygun hukuk oluşturdu. Hindistan Devleti anayasasında her ne kadar demokratik bir yönetimi ve dini konularda devletin yönetiminde laikliği seçti ise ve göreceli bir eşitlik önerdi ise de de gerçekte her zaman Müslümanlar ülkede azınlık gibi değerlendirildiler. Bu ise onların üzerinde her zaman bir baskının oluşmasına zemin hazırladı. Halbuki burada bulunan ve şu anda gerçekte ülke nüfusuna oranı %19-21 arasında değişen Müslüman nüfus Almanya, Fransa, İtalya ve İspanya’nın toplam nüfusundan fazla bir insan kitlesi demektir. Normal şartlarda irili ufaklı 10 kadar ülkeye pay edilebilecek bir nüfus yoğunluğu olduğu için böyle bir azınlık kavramı olmaması gerekir.

Hindistan’ı ve ve ülkenin kuruluş felsefesini iyi bilen Hindistan Ulusal Kongre Partisi’nin (Indian National Congress, kuruluş 1885) Gandi ve sonrası yöneticileri fiiliyatta Hinduları öncelemişler ise de çok uzun yıllar aşırı bir ayrımcı politika izlememişlerdir. Ülkede bulunan tüm dini ve etnik unsurları ülkenin bir değeri olarak görmüşler ve olabildiğince insaflı bir yaklaşım geliştirmişlerdir. Ne var ki fanatik Hindular her defasında partinin lider takımına karşı hasmane tavırlar geliştirmiş ve yer yer suikastler ile bunlara göz dağı vermişlerdir.

Hindistan’da İslâm düşmanlığının fitili Feyzabad (Faizabad/Ayodhya) şehrinde bulunan ve Bâbür Şah zamanından kalan Baburi Mescid adlı tarihi caminin bir Hindu tapınağı üzerine yapıldığı iddiasıyla yıkılıp yerine bir tapınak yapma çabası ile ateşlenmiştir. Bu şehir Hindu efsanelerine göre Hindu tanrılarından Ram’ın (Rama) da doğum yeridir. 1985 yılında başlatılan kampanyalar uzun süre devam ettirilmiş ve 1989 yılında siyasi olarak güçlenen Hindistan Halk Partisi’nin (Bharatiya Janata Party, BJP) ve şimdiki Başbakan Narendra Modi’nin kışkırtmaları ile fanatik Hindular camiyi 6 Aralık 1992 yılında yıkmışlar, bunun üzerine ülkede çıkan olaylarda 1000’i aşkın insan ölmüştür. Caminin yeri konusunda uzun mahkeme sürecinden sonra 2010 yılında yer Müslümanlar ve Hindular arasında pay edilmiştir. Buna razı olmayan ve yerin kendilerine verilmesini isteyen hem Hindu ve hem de Müslümanlar üst mahkemeye baş vurmuşlardır. Modi hükümetinden sonra ortaya çıkan baskılar ve hukuk dışı çabalar onlar açısından sonuç vermiş ve Hindistan Supreme Court (Anayasa Mahkemesi) 2019 yılında söz konusu yerin Hindulara tahsisine karar vermiştir. Adı Feyzabad’dan Ayodhya’ya da çevrilen şehirdeki Baburi Mescid olayı fanatik Hindu milliyetçileri daha da azdırmış ve çok daha ileri şeyler talep etmeye başlamışlardır.

Hindistan’a ilk seyahatimi 1993 yılı aralık ayında Hindu Divali Bayramı kutlamaları zamanında yapmıştım. O tarihte ülkenin tamamında genel seçimler de yapılıyordu. Delhi, Agra, Ceypur (Jaipur), Leknev (Lucknow), Kanpur, Aligarh gibi yerlere yaptığım ziyaretlerde ve görüşmelerde Müslümanların çok büyük bir tedirginlik içerisinde yaşadıklarını fark ettim. Önemli mevkilerde bulunan Müslümanlar bile tedirgin bir durumda idiler. Çünkü mesela Müslümanlarca kurulan Aligarh Muslim University’de bile neredeyse Müslümanlar söz sahibi değillerdi. Zamanında çok iyi durumda olan Müslümanlara ait eğitim ve araştırma kurumlarının durumu da gittikçe kötüye gidiyordu. Leknev’deki Nedvetü’l-Ulemâ, Delhi’deki Jamia Millia Islamia, A’zamgarh’taki Daru’l-Musannifîn Şibli Akademi ve daha başka önemli kurum hiç de iyi bir durumda değildi. Bunun en temel nedeni Hindu yönetiminin uyguladığı politikalardı. Bilimsel bir toplantıya katılmak için 2014 yılında yaptığım ziyarette durumun daha da kötü bir hal aldığını müşahede ettim. Çünkü artık Hindistan’da Baburi Mescid’i yıkan BJP partisinin iktidarı bulunuyordu. Toplantı bitip Delhi’ye geldiğimde gazetenin birinde yer alan BJP’nin önemli bir siyasetçisine ait şöyle bir ifade durumun çok daha vahimleştiğini gösteriyordu: “Bizler Ram’ın çocuklarıyız, kendisini böyle görmeyen bu ülkeyi terk etsin.” Yani kendisini Hindu tanrısı Ram’a bağlı görmeyen Müslümanları ve diğer unsurları ülkenin vatandaşlığını hak etmeyenler olarak gören bu zihniyetin yönettiği bir ülke gerçekten Müslümanlar için çok büyük tehditler barındırıyordu.

Biraz geriye gidilip 26 Kasım 1949 tarihli Hindistan Anayasası’na bakıldığında burada dinler ve bu dinlerin mensupları arasında herhangi bir ayrımın gözetilmediği görülür. Anayasanın temel ilkeleri içeren başlangıç bölümünde devletten Bağımsız Sosyalist Laik Demokratik Cumhuriyet diye bahsedilmekte ve devletin her bir vatandaşa sosyal, ekonomik ve siyasal adalet; düşünce, ifade etme, inanma ve ibadet hürriyeti; statü ve fırsat eşitliği… garantisi verilmektedir. Anayasanın vatandaşlıktan (Citizenship) bahseden 2. Bölümü’nde hükümler çok açıktır. Bu bölümün ilk maddesi olan 5. Madde’de şöyle denilmektedir.

5- Bu Anayasanın kabülü tarihinde, Hindistan topraklarında ikametgahı olan herkes ve (a) Hindistan topraklarında doğan; veya (b) ebeveynlerinden herhangi biri Hindistan topraklarında doğmuş bulunan; veya (c) Hindistan topraklarında bu Anayasanın kabülünden önce beş yıldan az olmayan bir süre boyunca ikamet eden herkes Hindistan vatandaşı olmuş olacaktır.[5]

  1. Madde ise bu konu ile ilgili detay vermekte ve belli bir zamandan önce Pakistan’dan veya başka yerlerden gelen ve Hindistan’da yaşayanların da vatandaşlık haklarını düzenlemekte ve bu bölümdeki hiçbir maddede vatandaşın dinine referansta bulunulmamaktadır. Ayrıca bu Anayasa’nın kabulünden sonra kimin vatandaşlık alabileceği de belirlenmektedir.

Hindistan Anayasası’nın Temel Haklar (Fundamental Rights) başlığını taşıyan 3. Bölüm’de (Madde 12-13) ileride yer alacak hakların bu Anayasa ile korunduğu ve bunun aleyhine bir karar çıkarılamayacağı da yazılmıştır. Temel Haklar bölümünde yer alan 15. Madde şöyledir:

  1. (1) Devlet hiçbir vatandaşa sırf din, soy, kast/mezhep, cinsiyet, doğum yeri ya da bunlardan biri temeli üzerine ayrıncılık yapamaz.

(2) Hiçbir vatandaş, yalnızca din, ırk, kast, cinsiyet, doğum yeri veya herhangi birinden dolayı, aşağıdakilerle ilgili olarak herhangi bir yetkisizlik, yükümlülük, kısıtlama veya koşula tabi tutulamaz:

(a) Mağazalara, halka açık restoranlara, otellere ve halka açık eğlence yerlerine erişim; veya

(b) Tamamen veya kısmen Devlet fonlarından korunan veya genel halkın kullanımına ayrılmış kuyuların, tankların, (dini olarak) yıkanma yerlerinin, yolların ve kamu tesislerinin yerleri.[6]

Hindistan Anayasası Hindistan devletinin hangi temeller üzerine kurulduğunu ve yoluna nasıl devam edeceğini bu Anayasa ile net bir şekilde ortaya koymuş iken özellikle BJP’li siyasetçiler ya Anayasa’ya rağmen ya da Anayasa’yı yanlış yorumlayarak kanunlar çıkarmaya veya fiili durum yaratmaya çalışmışlardır. Özellikle partizanlık yaparak devlet dairelerini ve mahkemeleri ellerine geçirdikten sonra bu noktada daha da ileri gitmişlerdir. Her ne kadar siyaset kurumu vatandaştan aldığı yetki ile kanun çıkarma ve çıkan kanunları yeniden düzenleme hakkına sahip ise de kanun veya anayasa ile düzenlenmiş bazı hususlar kanuni olsalar bile hukuki, insani ve ahlaki olmayabilirler.

Katılımın %65’lerde olduğu ve seçim güvenliğinin ciddi bir şekilde sorgulandığı Hindistan’da Hindistan Halk Partisi’nin (Bharatiya Janata Party, BJP) 2014 ve 2019 seçimlerinde güçlü bir şekilde iktidara gelmesi neticesinde zaten iyice fanatikleşen partililer daha da ileri gitmeye ve Hindistan’da sadece Hindulara veya kendilerinin uygun göreceği din mensuplarına yer olduğunu sesli bir şekilde söylemeye başlamışlardır. Herhangi bir yerde bir olay çıktığında veya çıkardıklarında karşı duranlar olursa çok sert bir şekilde müdahale edilmiş ve muhalifler baskı altına alınmıştır. Bir Hindu’nun bir Müslüman tarafından öldürülmesi durumunda bu Hindu’ya karşılık en az yüz Müslüman’ın öldürüleceğini Partililer tarafından açıkça ilan etmiştir.[7]

İlk ciddi problemlerden biri Assam’da gün yüzüne çıkmıştır. Bangladeş’e sınır olan ve bir süredir BJP tarafından yönetilen Assam Eyaletinde 2017 yılında başlatılan Ulusal Vatandaşlık Kayıt Sisteminin uygulaması sonucunda burada bulunan 1971 yılı Bangladeş göçmeni 3 milyon kadar Müslüman çok uzun zamandan beri yaşadıkları Hindistan’ın vatandaşlığını kaybedip vatansız duruma düşmek durumunda kalmıştır. Üstelik Assam nüfusunun nerede ise 35-40 milyonu Müslümanlardan oluşmaktadır ve eyalette diğer din mensuplarına göre oranları bir hayli yüksektir. Sürekli safran renginde dini nitelikli bir elbise giyen Hindu Yogi Adityanath (Ajay Singh Bisht, d. 1972) BJP partisinin en fanatik temsilcilerindendir. Adityanath birkaç dönem milletvekilliği yaptıktan sonra 19 Mart 2017’de yapılan seçimler sonrasında başkenti Leknev (Lucknow) olan Uttar Pradeş Eyaleti Başbakanlığına seçildi. 50 milyon kadar Müslümanın yaşadığı eyalette tam bir fanatik Hindu devleti politikası gütmekte ve diğer kesimleri sürekli tahrik etmektedir.

Kendisine İslâm ve Müslüman düşmanlığını temel politika haline getiren BJP her seçimde daha da güçlü bir halk desteği alarak 2019 seçimlerinde diğer tüm partilerin 189 sandalyesi karşısında milliyetçi ortakları ile birlikte 353 sandalye alarak mecliste ezici bir çoğunluk elde etmiştir. Bu gücüne dayanarak da seçim programına koyduğu vatandaşlık yasasındaki değişikliği meclise (Lok Sabha) sevk etmiştir. Yasanın meclise sevk edildiği Aralık 2019’da çok ciddi protestolar olmuş ve sadece Müslümanlar değil duyarlı Hindular ve diğer din mensupları da bu tasarıya karşı çıkmıştır. Indian National Congress partisi başkanı ve muhalefet lideri Rahul Gandhi bile yapılanları eleştirmiş ve devlette her din mensubuna her etnik kimliğe yer olduğunu ilan etmiştir. Çıkan protesto olaylarına Hindistan polisinin şiddetle mukabelede bulunması üzerine ölenler olmuş, binlerce insan da tutuklanmıştır. Her şeye rağmen tasarı The Citizenship (Amendment) Act, 2019 adıyla kanunlaşarak Hindistan Cumhurbaşkanı tarafından 12 Aralık 2019’da onaylanmış ve yürürlüğe sokulmuştur. Kanunlaşan metin, 2016 yılındaki Vatandaşlık Yasası düzenlemesini biraz daha ileriye götüren hükümler içeriyordu. 2019 tarihli kanun değişikliğinin ilgili maddesi şöyledir:

  1. Vatandaşlık Yasası, 1955 (bundan böyle asli Kanun olarak anılacaktır), bölüm 2’de, (1) altbölümünün (b) bendine, aşağıdaki şart eklenir:

“Hindu, Sih, Budist, Jain, Zerdüşt veya Hıristiyan olup Afganistan, Bangladeş veya Pakistan’dan 31 Aralık 2014 tarihinde veya bu tarihten önce Hindistan’a giren veya 1920 Pasaport (Hindistan’a Giriş) Yasası, 1946 Yabancılar Yasası hükümleri  (…) veya başka herhangi bir kanuna ve mevzuata göre yasadışı göçmen olarak muamele görmezler “[8]

Bu vatandaşlık yasasının aslı yukarıdaki metinde de bildirildiği gibi 30 Aralık 1955 tarihli The Citizenship Act, 1955 adlı yasadır. Bu ilk yasa incelendiğinde aslında böyle ayrımcı maddelerin olmadığı görülür. 1955 tarihli Vatandaşlık Yasası, Hindistan Anayasası ile tam bir uyuma sahip iken kanunun 2016 ve 2019 yıllarındaki düzenlemesi veya değişikliği Anayasa’nın bir kısmını yukarıda aktardığımız maddeleri ile de çelişmektedir. Zaten protestocuların büyük bir kısmı ve sivil toplum kuruluşları Modi hükümetinin Anayasayı çiğnediğini ve devletin kuruluş temellerini sarstığını ileri sürmektedirler.

Bu yasa ile maksadın ne olduğu açıktır. Modi hükümeti ve diğer fanatik yönetimler bir yandan ülke içindeki Müslümanları tedirgin edip sindirmeye çalışırken hatta ülkeyi terk etmeye zorlarken öte yandan da komşu ülkelerden veya başka bir yerden Hindistan’a gelebilecek Müslümanların önünü kesmeye çalışmaktadır. Bu belki de ilerisi gizlenen bir ilk adım hareketidir.

Sonuç

Asıl itibariyle Hindistan tüm dünya için örnek olabilecek bir ülkedir. Tarihten gelen birikim ile içinde çok sayıda milleti, dini, mezhebi, etnik yapıyı, anlayışı ve dili barındırmaktadır. Tam bir mozayik olan bu ülkenin İngilizlerin gelmesinden önce Müslüman Devletler tarafından nasıl yönetildiğini bilmekteyiz. İngilizler önce bir şirket sonra da bir devlet olarak mevcut yapıyı bozmak için ciddi bir çaba içine girmiş, dine dayalı bir anlayışı hem Müslümanların hem de Hinduların kafasına iyice sokmuştur. Bununla yetinmemişler zamanla İslâm dışı unsurları ve İslam’daki aykırı görüşleri destekleyip büyütmüş ve problem üretir hale getirmişlerdir. 1947 yılında meydana gelen ayrılma (partition) aslında bir sebep değil tamamlanmamış bir sonuç olmuştur. İçindeki ciddi bir Müslüman kitleyi dışarı atarak bir bakıma durulaşan Hindistan, bunu az görmüş ve geride kalan Müslümanları da elimine ve pasifize etmek için her zaman üst düzeyden bir çaba içinde olmuştur. Bu zaten ciddi anlamda bir yoksulluk çeken ve kaybedecek fazla bir şeyi olmayan Hindu nüfusun mobilize edilmesi için bir fırsat olarak görülmüştür. Hindu fanatikliğini kontrol etmeyi ve istediği doğrultuda kullanmayı beceren Hindistan Halk Partisi (BJP) işi daha da ileri götürmek istemektedir. Her ne kadar Müslümanları buradan söküp atmaları mümkün olmasa da bu yolla Müslüman entelektüel kesimin daha iyi bir gelecek için ülkeyi terk etmesine geride kalanların da etkisiz eleman gibi bir varlık sürdürmesine çalışmaktadırlar. Bu işi çok sistematik bir şekilde yaptıkları ve İsrail türü bir politika izledikleri anlaşılmaktadır. Zaten Siyonist İsrail yönetiminin Hindistan ile iyi ilişkiler içinde olduğunu ve onları sürekli olarak yönlendirdiği ve taktik verdiği bilinmektedir.

Bir defa ülkede bulunan 300 milyona yakın Müslümanın[9] bu ülkenin 1400 yıllık bir gerçeği olduğu, Hindistan’ın tarih, kültür ve medeniyetine çok önemli şeyler kattığı ayrıca bu nüfusun büyük bir kısmının dışarıdan gelenler değil de yerli halk olduğu unutulmamalıdır. İleride akl-ı selimin galip gelip ortamın sakinleştirilmesi ve Hindistan Anayasası’nda yer alan hakların tüm vatandaşlar için geçerli olduğunun unutulmaması gerekir. Hindistan’da bulunan Müslümanların gidecekleri başka bir ülke de bulunmamaktadır. Çünkü onların ana vatanı Hindistan’dır. Hindistan Vatandaşlık Yasası aslında şu hali ile çok büyük problemler doğurmayabilir. Ama bu yasanın ilk basamak olarak kullanılıp ardından Müslümanların burada bulunuşu sorgulanmaya ve buradaki Müslümanlar tahrik edilmeye başlanırsa tüm dünyanın durduramayacağı büyük olaylar meydana gelebilir. Büyük devletlerin bir araya gelerek mevcut yönetime telkinlerde bulunması ve bu ateşi söndürmesi gerekmektedir.

*Prof.Dr. Abdulhamit BİRIŞIK – Öğretim Üyesi

Uyarı: Bu makalede yer alan görüş ve düşünceler yazarın kendisine ait olup GASAM için hiç bir bağlayıcılık ve sorumluluk içermez.

[1]          http://www.iranicaonline.org/articles/hazara-2 (10.04.2020)
[2]          Bokuleva, Bota v.dğr., “Türk Kültürünün Ültürünün Hindistan Uygarliğina Etkisi”, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, XII/1 (Yaz 2012), s. 442 [441-454]
[3]          Rahi, Javaid, The Gujjar Tribe of Jammu & Kashmir, Gulshan Books, Srinagar/Jammu and Kashmir 2011.
[4]          Matlock, Gene D., Ey Dünya İnsanları Hepiniz Türksünüz: Kayıp Bir Uygarlığın Sırları Dünyayı Nasıl Değiştirebilir? (trc. Özgül Umut Hoşafçı), Hermes Yayınları, İstanbul 2012, 6. bs.) Kitabın Orijinal adı: What Strange Mystery Unites the Turkish Nations, India, Catholicism, and Mexico? A Concise but Detailed History of Things Divine and Earthly.
[5]          bk. http://legislative.gov.in/sites/default/files/COI-updated.pdf
[6]          bk. http://legislative.gov.in/sites/default/files/COI-updated.pdf
[7]          https://foreignpolicy.com/2017/03/30/if-they-kill-even-one-hindu-we-will-kill-100-india-muslims-nationalism-modi/ (14/04/2020)
[8]          http://egazette.nic.in/WriteReadData/2019/214646.pdf
[9]          Maalesef Hindistan Müslümanların genel nüfus içindeki oranı noktasında da manipülatif bilgiler paylaşmakta ve oranı %13 olarak göstermektedir. Halktan olan Müslümanlar kendilerinin genel nüfusa oranının %30 kadar olduğunu söylese de ilmi araştırmalar yapan tarafsız kuruluşlar bu oranın %19’dan az %22’den fazla olmadığını söylemektedirler. Buna göre %21 oranını kabul etsek 1 milyar 400 milyon nüfusa göre Müslümanların nüfusunun 294 Milyon olması gerekecektir. Bazı çalışmalar oranı %32 olarak da göstermiştir bk https://www.statista.com/statistics/953609/india-perceived-and-actual-share-of-muslim-population/

İçindekiler

İlgili İçerikler

Son Yazılar