Hindistan ve Pakistan geçtiğimiz günlerde neredeyse son yirmi yılın en ciddi krizi ile karşı karşıya kaldılar. Aslında her şeyin “Ceyş-i Muhammed” adlı örgütün Pulvama saldırısıyla başladığı söylenebilir.
Hindistan ve Pakistan geçtiğimiz günlerde neredeyse son yirmi yılın en ciddi krizi ile karşı karşıya kaldılar. Aslında her şeyin Hindistan’ın Pakistan destekli olduğunu iddia ettiği “Ceyş-i Muhammed” adlı örgütün Hindistan kontrolündeki Keşmir’de 40’tan fazla Hintli askeri personelin hayatına mal olan Pulvama saldırısıyla başladığı söylenebilir.
Pulvama sonrası Hindistan, Pakistan’ın hava sahasını ihlal ederek Balakot hava saldırılarını gerçekleştirdi ve akabinde de Pakistan iki Hint uçağını düşürerek ve bir Hintli pilotu ele geçirerek Hindistan’ın bu saldırısına cevap verdi. Pakistan’ın Hintli pilotu serbest bırakması ve “Yeni Pakistan” söylemiyle ülkenin başında bulunan İmran Han’ın krizin diyalog yoluyla çözülmesi çağrısında bulunması çatışmanın kontrol altına alınmasını sağlamış olmasına rağmen iki ülke arasındaki gerilimin sona erdiğini söylemek için henüz çok erken.
İki nükleer güç arasındaki gerilim, gelinen noktada daha çok diplomatik bir mücadele alanında devam etmekteyken, şimdilik kontrol altına alınan kriz, iki ülke arasındaki ilişkileri aşan bölgesel ve küresel siyasetin geleceğine yönelik önemli sinyaller de verdi; öyle ki Keşmir meselesinin yeniden küresel bir ilgi alanı olarak çatışmanın merkezine oturma potansiyeli ortaya çıktı. Keşmir’deki gerilim aslında hiç bitmemiş ve son yıllarda özellikle Modi yönetiminin yeni agresif Keşmir politikası nedeniyle iyice yükselmişti. Ancak Keşmir, bölgenin çatışma merkezi olmaktan uzaktı. Çatışma daha çok küresel güçlerin yabancı savaşçılar ve vekil savaşlarıyla birbirleriyle mücadele ettikleri Afganistan gibi yerlerde temerküz ediyordu. El-Kaide ve DEAŞ gibi örgütler, Modi yönetimini tehdit ederek Keşmir’de ortaya çıkma tartışmalarını başlatmış olsalar da organize bir eylem ağı henüz belirmemişti. Ancak Hindistan ve Pakistan arasında yaşanan son kriz, sürtüşmenin kökenlerinin daha derinlerde yatması nedeniyle böyle bir ihtimali ortaya çıkarmış bulunuyor.
Jeopolitik dönüşümlerin etkisi
Keşmir’deki krizi daha anlamlı bir bağlama oturtabilmek için son yıllarda yaşanan bölgesel gelişmelerin göz ardı edilmemesi gerekiyor. Özellikle Çin’in bölgede Yeni İpek Yolu projesiyle daha etkin bir rol oynamaya başlaması, yeni güç yapılarından yeni ittifak anlayışlarına ve yeni devlet davranışlarına kadar mevcut düzene ve ilişki ağına karşı güçlü bir mobilizasyon ortaya çıkarmıştı.
Bu bağlamda daha Obama döneminde ABD, Çin’e karşı bir yeniden dengeleme siyaseti başlatmış ve “offshore balancing” stratejisi gereği başta Hindistan olmak üzere bölgesel güçleri destekleyerek Çin’in hızlı yükselişini dengelemeye çalışmıştı. Trump döneminde daha da şiddetlenen bu politika, Çin ile Sri Lanka’dan Maldivler’e, Kamboçya’dan Nepal’e kadar birçok ülke siyasetinde türbülans doğuran rekabetçi bir mücadele alanı ortaya çıkarmıştı. Yine Pakistan ile geliştirilen stratejik müttefiklik ilişkisi aracılığıyla Çin, bir taraftan Gwadar limanı gibi önemli jeopolitik dönüşümleri desteklerken, diğer taraftan ABD’nin İran ile nükleer uzlaşısı ve yeni Afganistan politikası gibi karşı jeopolitik hamlelerine de sebebiyet vermişti. Sonuç olarak başta Çin olmak üzere yükselen güçlerin ve Rusya gibi konvansiyonel güçlerin Güney Asya siyasetindeki yeni aktif rolleri oyunun bütün kurallarını değiştirmiş, Hindistan ve Pakistan gibi aktörleri de kutuplaşmanın karşı taraflarına itmişti. Ancak son dönemlerde ABD’nin Huawei olayında ya da Sri Lanka ve Maldivler iç krizlerinde olduğu gibi Çin’e yönelttiği büyük baskı siyaseti hem Çin’in geri adım atması hem de Hindistan gibi ülkelerle yeniden iyi ilişkiler kurma stratejisine yönelmesi sonucunu doğurdu. Böylece ABD’nin özellikle Güney Asya siyasetinde dizayn kapasitesinin biraz daha arttığı kabul edilebilecek bir durum olarak ortaya çıktı.
Çatışmanın merkezi Keşmir’e mi kayıyor?
Çin’e karşı eli güçlenen ABD’nin Güney Asya’daki en önemli iki önceliği ise bölgenin istikrarı ve Afgan barışı olarak ortaya çıktı. ABD’nin özellikle Afganistan’da barış süreci çerçevesinde Taliban yetkilileriyle yoğun bir müzakere trafiğinde olması ve akabinde ülkedeki mevcut askeri kapasitesini azaltması, “ABD sonrası Afganistan” tartışmalarını merkeze taşıdı.
“ABD sonrası Afganistan” durumu ise çatışmanın merkezinin Keşmir’e doğru kayabileceği tartışmalarını başlattı. Öyle ki dış yönlendirmelerle hareket ettikleri birçok defa görülen El-Kaide ve DEAŞ gibi terör örgütlerinin Afganistan’dan sonraki yeni adreslerinin neresi olacağı konusunda bir belirsizlik olduğu aşikar. Ancak bu örgütlerin son birkaç yıldır Afganistan dışında Modi yönetimini tehdit ederek Keşmir mücadelesine destek açıklamalarında bulunmaları bu yöndeki kanaati arttırmış bulunuyor. Nitekim başta Pakistan’ın da kendi vekil grupları aracılığıyla Keşmir bölgesinde güçlenme arzusu, çatışmanın bu bölgede yoğunlaşacak olduğunu öngörmesi ve motivasyonunu bu yönde artırmasıyla ilgili olarak yorumlandı. Afganistan’da Taliban üzerinde oldukça etkili olan Pakistan’ın bu davranışının hem ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi sonrası yeni stratejisiyle hem de bölgeye yönelebilecek terör örgütlerini geri baskılama kapasitesini artırmayla ilgili olduğu tartışıldı. Bu açıdan özellikle Hindistan’ın yeni Keşmir stratejisi çerçevesinde daha sert bir politika takip etmeye başlaması sonrasında daha mobilize olmuş olan Keşmir gençliğini yönlendirebilmek de Pakistan için daha kolay olabilecekti.
Vekil gruplardan yeni çatışma repertuarlarına
Keşmir çatışmanın merkezi olma yönünde ilerlerken, buradaki en önemli aracının Ceyş-i Muhammed örgütü olduğu tartışılmıştır. Örgüt ilk olarak 2001 yılında Hindistan parlamentosuna düzenlenen saldırının sorumlusu olarak suçlanmış, ancak lideri Mesud Ezher’in 2014 yılına kadar ortadan kaybolmasıyla daha düşük bir profil çizmiştir. 2014’te yeniden Hindistan karşıtı yürüyüşlere liderlik eden Ezher, en son 2019 seçimlerinde Modi’nin yeniden seçilmesi halinde öldürülmesi gerektiğini deklare etmişti. Geçtiğimiz günlerde gerçekleştirilen Pulvama saldırısındaki sorumluluğu örgütün üstlenmesinin ardından ise artık tüm kamuoyu Hindistan’ın nasıl bir cevap vereceğine odaklanmıştı. Hindistan yetkilileri tarafından bir daha hiçbir şeyin aynı kalmayacağının dile getirilmesi krizin yükselebileceği seviyeyi ortaya koymaktaydı ve nitekim Hindistan en son 1971’de ihlal ettiği Pakistan hava sahasını ihlal ederek Ceyş-i Muhammed’in kampı olarak belirlediği noktaya hava saldırısı düzenleyerek krizi devletler seviyesine taşıdı.
Hindistan ve Pakistan arasında benzer bir çatışma en son 2016 yılında Uri saldırıları sonrasında yaşanmıştı. Hindistan, Uri’de de Ceyş-i Muhammed’i suçlamış ve hem politik hem de hukuki açıdan oldukça tartışılan “nokta operasyon” hamlesini devreye sokmuştu. Artık Hindistan kendisine yönelen tehditler karşısında sınır ötesine geçerek hedefi vurup geri gelme stratejisini benimsiyordu. Son krizde de aslında benzer bir operasyon beklenirken, Hindistan bu defa hava saldırısıyla farklı bir yönteme başvurdu. Üstelik bu defa hamlesini “önleyici müdahale” konseptiyle açıkladı. Ancak kriz sırasında liderlerin, kontrolün ve karar inisiyatiflerinin kendilerinden çıktığını ifade etmesi ve iki ülkenin de artık kendilerini sınırlamayacaklarını dile getirmesi nükleer kapasitenin kullanılabilme ihtimaline yönelik bir korku uyandırdı. Nitekim iki ülke de ilk defa birbirlerinin topraklarına bu kadar füze yağdırma isteği içerisinde bulunuyorlardı.
Hindu milliyetçiliğinin unutulan etkisi
Krizin kontrol altına alınmasından sonra her iki ülke de diplomatik bir çekişmenin tarafları oldular. Hindistan başta ABD, Fransa ve İsrail gibi devletlerin desteğini alarak söylemi “terörle savaş” noktasına taşırken, ABD üretimi F-16’ların kullanım kurallarına uyulmadığı gerekçesiyle Pakistan üzerinde baskı oluşturmaya çalıştı. Pakistan ise Çin’in dengeli bir tavır sergilemesinin ardından, öncelikli olarak İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) toplantısını konuyla ilgili kullanabilme gayretine girdi. İlk etapta Hindistan’ın katılımını protesto etse de, çıkarılan karar Hindistan’ı kınayınca arzu ettiği sonucu alabildi. Hindistan’ın son yıllarda daha yakın ilişkiler içine girdiği Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi Pakistan’ın maddi kriz yükünü hafifleten ülkelerin bu süreçte, Pakistan’a özellikle yakalanan pilotun teslimi konusundaki baskılarıysa dikkat çeken bir ayrıntı oldu.
Ancak daha fazla önem arz eden mesele, Güney Asya’da yükselen Hindu milliyetçiliği (Hindutva) meselesidir. Uluslararası toplum Pakistan’a Ceyş-i Muhammed üzerinden baskı yaparken, en az onun kadar şiddet kapasitesine sahip olan Hindu milliyetçisi örgütlerin Hindistan içerisindeki şiddet eylemleri göz ardı edilmekte. Başta Müslümanlar olmak üzere, Hıristiyanlar ve kast sistemi dışında kalan Dalitler gibi kesimler üzerinde yoğun şiddet kampanyaları yürüten Hindu milliyetçisi örgütler, her geçen gün agresif bir dış politika izlemesi yönünde Delhi yönetimini teşvik etmekteler. Hindu milliyetçiliğinin babası kabul edilen Savarkar’ın kimi çalışmalarında Hindutva-Siyonizm kardeşliğinin altını çizmesi de dikkate alınması gereken bir yönelime işaret ediyor. Dolayısıyla bundan sonraki süreçte İslam dünyası aktörlerinin Keşmir’de ortaya konan zulümler kadar, bu zulümlerin ardındaki değer yapıları üzerine de karar almaları büyük bir gereklilik olarak ortaya çıkıyor. AA 05.03.2019
[İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde araştırma görevlisi olan Hayati Ünlü, Güney Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi’nde (GASAM) Güney Asya uzmanı olarak çalışmalarını sürdürmektedir]